Anasayfa İş UltraBook İyi Hoş Ama…

UltraBook İyi Hoş Ama…

Belki duymuşsunuzdur, Intel’in UltraBook tasarım kavramına uyan ilk nesil taşınabilir bilgisayarlar yavaştan piyasaya çıkmaya başladı. Ancak Intel ne kadar bastırırsa bastırsın, ne kadar para dökerse döksün, üreticilerin bu kavram üzerine üretim yapmakta ciddi şüpheleri var gibime geliyor. Başlarda en az beş farklı firmanın UltraBook üreteceği söyleniyordu. Ancak henüz sadece Asus ve Acer bu konuda ciddi ilerleme kaydetmiş gibi görünüyorlar. Asus geçenlerde yeni UltraBook modellerini Türkiye pazarında resmen tanıttı, fakat Acer henüz bu konuda bir adım atmadı.

Daha önce Intel’in NetBook kavramına balıklama atlayan firmaların bu defa bu kadar çekinceli davranıyor görünmesi tuhaf mı? Aslında belirli açılardan bakıldığında durumu anlamak zor değil. NetBooklar iyiydi, hoştu ama işin doğrusu pek de güçlü değillerdi, sonraki modellerde de bu durum öyle çok değişmedi. Ancak fiyatları arttı, üstüne bir de piyasaya “tablet bilgisayar” kavramı girmeye başladı. Hoş, şu an dışarıda tablet pazarına Apple tek başına hakim, ülkemizde ise insanlar hâlâ dizüstü bilgisayarlara yöneliyorlar. Bu da çok şaşırtıcı değil, bizde gelir seviyesi dışarıya oranla çok daha düşük ve tüketici için henüz tabletler öncelikli değil, daha ziyade bir “oyuncak” olarak görülüyorlar.

Peki tüm bunlar UltraBook kavramını hayatımızda getirip nereye koyuyor? Öncelikle şunun altını çizmek gerekiyor, UltraBook denilen bilgisayarlar kesinlikle NetBooklar gibi işlemci gücü ya da ekran boyutları kısıtlı cihazlar değiller. Tasarımlarının hafif ve özellikle kasalarının aluminyum olması onları hayli hafif, ısı iletiminde hayli verimli kılıyor, ama öte yandan maliyetini de artırıyorlar. Fakat bunlar gerçekte tüketicinin ne kadar umrunda, tüketicinin bunlardan ne kadar haberi var?

İşin doğrusu ben UltraBook kavramının gerek ülkemizde, gerek dünyada başarılı bir biçimde tüketiciye tanıtılamadığına inanıyorum. Neredeyse tüm firmalar bu cihazların Apple’ın Mac Air tasarımının başarılı bir kopyası olduğu gerçeğini gizlemeye çalışırken, bir yandan da doğrudan onunla rekabet etmeye çalışıyor gibi görünüyorlar. Kısacası UltraBook denilen cihazlar tam bir kurumsal kimlik bunalımının içine düşmüş durumdalar.

Kendi kendime soruyorum, yarın yeni bir taşınabilir bilgisayara ihtiyacım olsa, bir UltraBook alır mıydım? Doğrusu kararsızım. Evet, cihazlar görebildiğim kadarıyla etkileyiciler, hafif ve güçlüler. Ama günlük iş yükümü çekecek bir dizüstü bilgisayarı neredeyse yarı fiyatına alabiliyorsam, neden bir UltraBook’a iki katı para ödeyeyim? Tabii işin bir de “moda” kısmı var, işin doğrusu böyle bir cihazı sırf daha genç, daha havalı görünmek için alacak olan bir sürü insan var. Bu kesim için fiyat çoğu zaman pek önemli de olmuyor, ama marka gayet önemli oluyor. Ne demek istediğimi anlıyorsunuz ya, bu grup için UltraBook cihazların en büyük eksisi üzerinde Apple logosunun bulunmaması olacaktır.

İşin daha da kötü tarafı, iyi kötü teknolojiyle ilgilenen çoğu kullanıcının gerçekte Windows 8 tabanlı tabletlerin çıkışını bekliyor olmalarıdır. Şimdikinden çok daha güçlü işlemciler, diğer Windows çevre birimleriyle uyumlu bir çalışma ortamı, uzun süre giden batarya kapasitesi ve hepsinden de önemlisi, çoğu dizüstünün hayal bile edemeyeceği kadar hafif bir kasa… Eğri oturup doğru konuşalım, bugünün tabletleri iyi, hoş ama iş verimliliğe gelince hiçbirinin oyuncaktan farkı yok. Oysa bir sonraki nesil tabletler için aynı şey geçerli olmayacak. Bunu zaten genel satış rakamlarında da görebiliyoruz, insanlar Apple tabletleri bile çoğu zaman sırf markası için alıyorlar, birer oyuncak olarak kullanıyorlar.

Tüm bu karmaşık koşullar dikkate alındığında, UltraBook cihazların gerçekte sallantıda olduklarını söylemek abartılı mıdır? İçimden bir ses UltraBook kavramının altına imza atan tüm o üretici firmaların benimle aynı kaygıları paylaştıklarını söylüyor. Öyleyse neden bu taşın altına ellerini sokuyorlar? Sebebi aslında çok basit olabilir, Intel’i küstürmemek! Bu hemen her sektörde rastlanılabilen bir durum aslında, bir numaralı iş ortağını gücendirmemek için kabul edilebilir kayıpları göze alıp zar atmaya mecbur olmak yani. Tıpkı en samimi dostunuza, gün gelip de geri dönmesi şüpheli bir borcu vermek gibi. Nedense şu ana dek gördüklerim bende bu kanıyı oluşturdu…