Dünyanın en lüks otomobil markası yeni alternatifler peşinde.
Rolls Royce denince akla ilk gelen şey şüphesiz dünyanın en lüks ve pahalı otomobil markası olduğudur. Kuruluşu geçen yüzyılın başına dayanan bu marka, Birinci Dünya Savaşı yıllarında cephede ambulans olarak bile görev yapmıştı, çünkü o dönem için en güçlü motorlardan ve en iyi yol tutan şasilerden birine sahipti. Savaş sonrasında yine “kralların otomobili” olarak kendini kabul ettiren Rolls Royce, bir asır boyunca sınırsız zenginliğin sembolü olan az sayıdaki markadan biri olarak kalmaya devam etti.
Rolls Royce her zaman zenginlik sembolü olduğundan, yakıt tasarrufu gibi konulara pek fazla kafa yoran bir müşteri portföyüne sahip değildir. Nitekim halen satılan modeller V12 motorludur ve alanlar da bundan gayet memnundur. Ne var ki değişen ve sıkılaşan çevre koruma kanunları, Rolls Royce mühendislerini alternatif motor arayışlarına itiyor. Bundan bir kaç yıl önce tasarladıkları ve görücüye çıkardıkları ilk tamamen elektrikli Rolls Royce prototipi olan Phantom 102EX bu çabaların ürünüydü. Resmini yukarıda gördüğünüz EX102 tüm test pilotlarından mükemmel not almasına rağmen, sadece 200 kilometre civarındaki menzili yüzünden müşterilerden ilgi görmemiş, haliyle üretime girmemişti.
Ancak Rolls Royce mühendisleri bu işin peşini bırakmış değiller. BMW, Jaguar, Porsche ve Ferrari gibi diğer lüks markaların izinden gidip, benzin-elektrik hibrid motorlu bir prototip geliştiriyorlar. Bu yeni modelin güçten ödün vermeden gittikçe sıkılaşan araç emisyon kanunlarıyla uyumluluk sağlayabileceğini umuyorlar. Şüphesiz bu kadar üst seviye bir markanın yeni teknolojilere geçmesi ilk bakışta genel tüketici kitlesini etkilemiyor gibi görünebilir. Ancak gerçekte bu durum değişen zamanların bir göstergesidir ve otomotiv sektöründe daha verimli alternatif motor türlerine doğru geçişi ve haliyle petrole olan bağımlılığı azaltması yönünden önemli bir gelişme olacaktır.
