ikinci bir tanri tarafindan yaratilmadigini kimse ispatlayamaz : )
1. Teselsül: Bir şeyin zincirleme olarak sonsuza kadar ilerleyip gitmesi demektir. Yani her varlık, kendisinden bir önceki varlığın malulü (sonucu), kendinden sonra gelecek varlığın da illeti (sebebi) olmasıdır. Bu fikir, bütün düşünce ekollerince reddedilmiştir. Zira hiçbir varlık sonsuza dek uzayıp gidemez, mutlaka bir başlangıcı olması gereklidir. Bu başlangıcı var edecek sebebin ise, başka bir sebebe muhtaç olmayan, varlığı ezeli ve ebedi olan Vacibül Vücut olması lazımdır. Yoksa, o da başka bir sebebe muhtaç olursa, muhtaç olduğu sebep de başka bir sebebe muhtaç olur. Bu ilanihaye uzayıp gider. Böylece varlıklar hiçbir zaman ortaya çıkamazlardı.
2. Mümkün mümküne illet olamaz. Yani, varlık sahasına çıkmamış bir şey, nasıl olur da başka bir varlığın ortaya çıkmasına sebep olabilir? Kendisi yokken, başkasını nasıl var edebilir.
3. Mümkün olan bir şeyin, yani var ve yok olması dengede duran bir şeyin, bu dengesini bozacak, bir tercih yapacak Zata ihtiyaç vardır. Bu Zat’da mümkün cinsinden olmaması gereklidir. Zira, mümkün, mümküne sebep olamaz. O zaman, varlığı ezeli olan bir Zatın lüzumu aklen vaciptir.
4. Yaratıcı; yaratılmaya konu ve mahal oluyorsa, o zaten yaratıcı olamaz. Yaratıcının yukarıdaki delilleri gereğince yaratılmamış, ezeli ve ebedi olması gereklidir. Yoksa yaratıcı olamaz.
5. Ezeli ve ebedi bir Zat, zaten ikinci bir yaratıcıya imkan bırakmıyor. Onun zatı ezeli ve ebedi olmasından; bir boşluk, bir ihtimal bırakmıyor ki, oradan girip, ikinci bir yaratıcı meydana çıksın. Temsilde hata olmasın; bir odayı tamamen eşya ile doldursak, ikinci bir oda hacmindeki eşya artık oraya girmez. Zira birinci eşya orayı zapt etmiştir.
Aynı soru müşrikler tarafından bizzat Peygamber Efendimize (asm.) sorulmuş ve bu soru üzerine Cebrail (as.), Allahü Azîmüşşân'dan İhlâs Sûresini cevap olarak getirmiştir. Bu sûre ile şirkin bütün nevileri kökünden kesilip atılıyor, tevhidin bütün mertebeleri en güzel bir şekilde izah ve ispat ediliyordu. Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm.) de bu soruyu soran kimselere yine İhlâs Sûresi ile cevap verilmesini beyan buyurmuşlardır.(1)
Biz de Resûlulluh’a (asm.) ittiba ederek bu soruya İhlâs Sûresi ile cevap vereceğiz. Cenâb-ı Hak İhlâs suresinde kendisini kullarına şöylece bildirmektedir:
"De ki:
O Allah'dır, Ehad’dir. (O) Allah'tır, Samed'dir. Doğurmadığı gibi, doğmamıştır da. Hiçbir şey O'nun dengi (ve benzeri)
değildir."
Âyet-i kerîmedeki Allah lâfzı Cenâb-ı Hakk'ın zâtına işaret etmekte, Ehad ise, O'nun birliğini ifade etmektedir. Burada şunu belirtmek gerekir, Ehad ism-i şerifi
"adet olarak
" bir demek olmayıp,
"yegâne birdir", "tek birdir", "şeriksiz birdir", "kendinden başkası hep mahlûk olan
" manasına gelir. Yâni O'ndan başka bütün birler adet olarak birdirler, mahlûkturlar, mümkindirler.
Cenâb-ı Hakk'ın zâtının bir olduğunu, kudsî mahiyetinin hiçbir mahiyete benzemediğini, mekândan ve zamandan, cisimden ve cisme ait bütün özelliklerden münezzeh olduğunu ifade eder.
Cenâb-ı Hakk'ı
"Ehad" olarak bilen bir insan
"onu kimin yarattığı" gibi bir sorunun ne kadar saçma olduğunu hemen anlar. Böyle bir mü'mini hiçbir vehim ve vesvese şüpheye ve tereddüde düşüremez.
"(O) Allah'tır, Samed'dir."
Yâni, O hiçbir şeye muhtaç değildir, her şey O’na muhtaçtır. Bütün istek ve arzulara cevap veren, bütün ihtiyaçları gideren yegâne merci O'dur.
"Doğurmadığı gibi…"
Yani, Ehad ve Samed olan Allahü Teâlâ, evlâd sahibi olmaktan, doğurmaktan ve bölünüp - parçalanmaktan münezzehtir.
"Allahü Teâlâ,
Ehad, Samed olduğu için tecezzi etmez, O'ndan ne bir cüz, ne bir cevher, ne bir madde kopup ayrılmaz, çıkmaz. O'nun cinsi, nevi, benzeri olmaz. Hiçbir ihtiyacı ve eksiği bulunmaz. Ancak O'nun ilminde bulunan her şey, yine O'nun yaratmayı dilemesiyle vücuda gelir. 'Ol' demesiyle olur."
O Vahid-i Ehad bölünme ve parçalanmadan münezzeh olduğu için, kendi zâtından bir ilâh sudur etmesi muhaldir (gerçekleşmesi olanaksızdır). Mahlûkatını ilmi, iradesi, kudreti ile yaratır. Yarattığı mahlûkatın O'na denk yahut O'ndan güçlü olması muhaldir.
"… doğmamıştır da."
Yâni, bir başkasından doğmamıştır, sonradan olmamıştır; evveli yoktur, ezelîdir. O'nun olmadığı bir zaman tasavvur edilemez.
Bu ayet, Allahü Teâlâ hakkında babalığı, analığı, başkasından doğmuş olmayı reddetmekle, başta Hristiyanların
"teslis" akidesi olmak üzere her türlü velediyet fikrini reddeder.
"Hiçbir şey O'nun dengi (ve benzeri) değildir."
Merhum Elmalılı Hamdi Efendi, bu âyetin tefsirinde şöyle buyurur:
"Ne öncesinde doğuran bir sabıkı ve üstünü, ne de sonrasında doğmuş ve doğacak bir astı ve eki yoktur. Şan ve değer bakımından da O'na eşdeğer olacak hiçbir şekilde hiçbir denk mevcut değildir. Ne zatında, ne sıfatında hiçbir eşiti, hiçbir benzeri, ne zıtlaşacak, ne birleşek şekilde hiçbir eş, arkadaş, ortak veya rakip olmamıştır ve olamaz. Yani ezelde olmadığı gibi, bundan sonra da olmayacaktır. O'ndan başka bir
'Vacibu'l-vücud' yoktur. Ezelde olmayınca sonradan olması da muhaldir. Bunu ihtara hacet yoktur. Çünkü sonradan olanlar hâdis ve mahluk olacağı için zaten O'na denk ve eşit olması mümkün değildir. Çünkü sonradan olanda ne kadar kemal farz edilirse edilsin yine de mahluktur."
Sûrenin önceki âyetleri tevhidin bütün mertebelerini özet olarak ifade ettiği gibi, bu âyet-i kerîme de Cenâb-ı Hakk'ın zâtında benzeri, fiillerinde ortağı ve sıfatında misli bulunmadığını beyan ile şirkin akla gelebilecek bütün türlerini reddetmektedir.
İhlas suresinin kısa bir açıklamasını verdikten sonra, söz konusu soru hakkında şunları da ifade etmekte fayda görüyoruz:
Şu varlık aleminin yaratıcısı ancak ve ancak vücudu vâcib, ezelî ve ebedî, zâtında ve sıfatlarında benzeri bulunmayan
Allah'dır. Elbette, O Zât-ı Akdes hakkında böyle bir soru sorulamaz. Çünkü
"kim yarattı" sorusu ancak mahlûkat için sorulabilir.
Allahü Teâlâ
Ehad’dir; birdir, zatında şeriki yoktur.
Allahü Teâlâ
Samed'dir. Bütün mahlûkat yaratılmalarında, devam ve bekalarında, idare ve tedbirlerinde her an O'na muhtaçtır. Hiçbir şeye muhtaç olmayan O
Ehad ve
Samed hakkında böyle bir soru sormak O'nu tanımamanın, bilmemenin bir ifadesidir.
Allahü Azîmüşşân doğmadan ve doğurulmadan münezzehtir. Ezelî ve ebedî olan ve kendisinden üstün bir varlık tasavvur edilmeyen O Zât-ı Zülcelâl'in, bir başkasının tesiri ile vücuda gelmesi nasıl tevehhüm edilebilir?
Allahü Teâlâ'nın eşi, benzeri, dengi ve misli yoktur. Ne ulûhiyyetinde ne rubûbiyetinde ne mabudiyetinde ne hallâkiyetinde ve ne de hâkimiyetinde O'na denk ve misil olacak hiçbir varlık düşünülemez. Zerre kadar aklı olan bir insan böyle bir Zât hakkında bu çelişkili sorunun sorulamayacağını bilir.
Evet
, "Cenâb-ı Hakk'ı -hâşâ- kim yarattı?" sorusunda açık bir çelişki vardır.
Şöyle ki:
Allah Teâlâ Hazretlerinin vücudu zâtidir. Ezelî ve ebedîdir. Eşi ve benzeri yoktur. Her şeyi yaratan ve her şeyin kendisine muhtaç olduğu bir Zata yaratılma izafe edilirse çelişki ortaya çıkar. Hakikatlerin zıddına dönüşmesi gerekir.
Allahü Teâlâ'nın
-hâşâ- yaratıldığı vehmedilirse o hâlde, O Zât-ı Mukaddes'in hem ezelî, hem hadis (sonradan yaratılmış), hem Hâlık, hem mahlûk, hem sonsuz kadir, hem sonsuz âciz, kısacası, hem ulûhiyetin sonsuz kemâl sıfatlarına, hem de mahlûkiyetin sonsuz eksik sıfatlarına sahip olması lâzım gelir.
Soru böyle sonsuz çelişki ve zıtlıklar taşıdığı gibi, birçok imkansızlıkları da içine almaktadır. Bunlardan sadece birisi olan
"teselsülün muhaliyeti"ni nazara vermekle yetineceğiz.
Bir an için O Vâcib-ül Vücud hakkında böyle bir soru sorulduğu farzedilse, o zaman bu soru o noktada kalmaz. Yâni Cenâb-ı Hakk'ı yarattığı vehmedilen o halikın da bir halikı, onun da halikı... sorulur. Böylece soru silsile hâline sonsuza kadar gider. O hâlde bu sorunun mahiyeti muhale, imkânsızlığa dayanır ve böyle bir soru sorulamaz.
Teselsülün muhal olduğuna dair bazı misaller takdim edelim:
On-on beş vagonlu bir tren düşününüz. Bu vagonlardan herbirisini bir önceki vagon çeker. Ve nihayet iş lokomotife dayandığında artık
"Lokomotifi kim çekiyor?" diye bir soru sorulamaz. Zira, çekip fakat çekilmeyen bir lokomotif olmazsa bu nizam bozulur ve hareket meydana gelmez.
Aynı şekilde, bir şekerin nasıl yapıldığını sorsak, bize cevaben, şeker fabrikasında yapıldığı söylenecektir. Şeker fabrikasındaki âletlerin nerede yapıldığını sorduğumuzda onların da tezgâhları gösterilecektir. Sonunda mesele bir zatın ilmine, iradesine ve kudretine dayanmazsa, tezgâhın da tezgâhı sorulacak ve teselsüle gidilecektir.
Diğer taraftan bir elma, tabiri caiz ise, elma fabrikası olan ağacında yapılmaktadır. Bu ağaç ise kâinat fabrikasında inşa edilmiştir. Eğer elma ağacının da kâinatın da yapılması sonsuz bir ilim ve kudret sahibine verilmezse, kâinat fabrikasına da bir fabrika, o fabrikaya da bir fabrika gerekecek ve çıkmaza girilecektir.
Bir asker emri onbaşıdan, o da yüzbaşıdan ve başkumandan da padişahtan alır.
"Ya padişah kimden emir alıyor?" şeklinde bir soru sorulamaz. Zira padişah da birinden emir alsa, o da asker derecesine iner ve emir aldığı zât padişah olur. Bu durumda birinci şahıs padişah değildir ki:
"Padişah kimden emir alıyor?" diye bir soru sorulabilsin. Padişah denilince, emir veren, fakat emir almayan bir hükümdar akla gelir.
Bu misâllerden anlaşıldığı gibi, bu kâinatın yaratılışının; zâtı, esması ve sıfatlarıyla ezelî ve ebedî olan Allah’ın ilim, irade ve kudretine dayanması zaruridir.
"Cenâb-ı Hakk'ı -hâşâ- kim yarattı?" diye firavunâne soru soranlar
“teselsülün muhal oduğunu” bilmediklerini ve nefisleriyle bir demogoji yaptıklarını açığa vurmuş olurlar.
Sorularla İslamiyet