Yaratıcının da kendi kendine oluşmaması gerekmez mi?

ikinci bir tanri tarafindan yaratilmadigini kimse ispatlayamaz : )
1. Teselsül: Bir şeyin zincirleme olarak sonsuza kadar ilerleyip gitmesi demektir. Yani her varlık, kendisinden bir önceki varlığın malulü (sonucu), kendinden sonra gelecek varlığın da illeti (sebebi) olmasıdır. Bu fikir, bütün düşünce ekollerince reddedilmiştir. Zira hiçbir varlık sonsuza dek uzayıp gidemez, mutlaka bir başlangıcı olması gereklidir. Bu başlangıcı var edecek sebebin ise, başka bir sebebe muhtaç olmayan, varlığı ezeli ve ebedi olan Vacibül Vücut olması lazımdır. Yoksa, o da başka bir sebebe muhtaç olursa, muhtaç olduğu sebep de başka bir sebebe muhtaç olur. Bu ilanihaye uzayıp gider. Böylece varlıklar hiçbir zaman ortaya çıkamazlardı.

2. Mümkün mümküne illet olamaz. Yani, varlık sahasına çıkmamış bir şey, nasıl olur da başka bir varlığın ortaya çıkmasına sebep olabilir? Kendisi yokken, başkasını nasıl var edebilir.

3. Mümkün olan bir şeyin, yani var ve yok olması dengede duran bir şeyin, bu dengesini bozacak, bir tercih yapacak Zata ihtiyaç vardır. Bu Zat’da mümkün cinsinden olmaması gereklidir. Zira, mümkün, mümküne sebep olamaz. O zaman, varlığı ezeli olan bir Zatın lüzumu aklen vaciptir.

4. Yaratıcı; yaratılmaya konu ve mahal oluyorsa, o zaten yaratıcı olamaz. Yaratıcının yukarıdaki delilleri gereğince yaratılmamış, ezeli ve ebedi olması gereklidir. Yoksa yaratıcı olamaz.

5. Ezeli ve ebedi bir Zat, zaten ikinci bir yaratıcıya imkan bırakmıyor. Onun zatı ezeli ve ebedi olmasından; bir boşluk, bir ihtimal bırakmıyor ki, oradan girip, ikinci bir yaratıcı meydana çıksın. Temsilde hata olmasın; bir odayı tamamen eşya ile doldursak, ikinci bir oda hacmindeki eşya artık oraya girmez. Zira birinci eşya orayı zapt etmiştir.

Aynı soru müşrikler tarafından bizzat Peygamber Efendimize (asm.) sorulmuş ve bu soru üzerine Cebrail (as.), Allahü Azîmüşşân'dan İhlâs Sûresini cevap olarak getirmiştir. Bu sûre ile şirkin bütün nevileri kökünden kesilip atılıyor, tevhidin bütün mertebeleri en güzel bir şekilde izah ve ispat ediliyordu. Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm.) de bu soruyu soran kimselere yine İhlâs Sûresi ile cevap verilmesini beyan buyurmuşlardır.(1)

Biz de Resûlulluh’a (asm.) ittiba ederek bu soruya İhlâs Sûresi ile cevap vereceğiz. Cenâb-ı Hak İhlâs suresinde kendisini kullarına şöylece bildirmektedir:

"De ki: O Allah'dır, Ehad’dir. (O) Allah'tır, Samed'dir. Doğurmadığı gibi, doğmamıştır da. Hiçbir şey O'nun dengi (ve benzeri) değildir."

Âyet-i kerîmedeki Allah lâfzı Cenâb-ı Hakk'ın zâtına işaret etmekte, Ehad ise, O'nun birliğini ifade etmektedir. Burada şunu belirtmek gerekir, Ehad ism-i şerifi "adet olarak" bir demek olmayıp, "yegâne birdir", "tek birdir", "şeriksiz birdir", "kendinden başkası hep mahlûk olan" manasına gelir. Yâni O'ndan başka bütün birler adet olarak birdirler, mahlûkturlar, mümkindirler.

Cenâb-ı Hakk'ın zâtının bir olduğunu, kudsî mahiyetinin hiçbir mahiyete benzemediğini, mekândan ve zamandan, cisimden ve cisme ait bütün özelliklerden münezzeh olduğunu ifade eder.

Cenâb-ı Hakk'ı "Ehad" olarak bilen bir insan "onu kimin yarattığı" gibi bir sorunun ne kadar saçma olduğunu hemen anlar. Böyle bir mü'mini hiçbir vehim ve vesvese şüpheye ve tereddüde düşüremez.

"(O) Allah'tır, Samed'dir."

Yâni, O hiçbir şeye muhtaç değildir, her şey O’na muhtaçtır. Bütün istek ve arzulara cevap veren, bütün ihtiyaçları gideren yegâne merci O'dur.

"Doğurmadığı gibi…"

Yani, Ehad ve Samed olan Allahü Teâlâ, evlâd sahibi olmaktan, doğurmaktan ve bölünüp - parçalanmaktan münezzehtir.

"Allahü Teâlâ, Ehad, Samed olduğu için tecezzi etmez, O'ndan ne bir cüz, ne bir cevher, ne bir madde kopup ayrılmaz, çıkmaz. O'nun cinsi, nevi, benzeri olmaz. Hiçbir ihtiyacı ve eksiği bulunmaz. Ancak O'nun ilminde bulunan her şey, yine O'nun yaratmayı dilemesiyle vücuda gelir. 'Ol' demesiyle olur."

O Vahid-i Ehad bölünme ve parçalanmadan münezzeh olduğu için, kendi zâtından bir ilâh sudur etmesi muhaldir (gerçekleşmesi olanaksızdır). Mahlûkatını ilmi, iradesi, kudreti ile yaratır. Yarattığı mahlûkatın O'na denk yahut O'ndan güçlü olması muhaldir.

"… doğmamıştır da."

Yâni, bir başkasından doğmamıştır, sonradan olmamıştır; evveli yoktur, ezelîdir. O'nun olmadığı bir zaman tasavvur edilemez.

Bu ayet, Allahü Teâlâ hakkında babalığı, analığı, başkasından doğmuş olmayı reddetmekle, başta Hristiyanların "teslis" akidesi olmak üzere her türlü velediyet fikrini reddeder.

"Hiçbir şey O'nun dengi (ve benzeri) değildir."​

Merhum Elmalılı Hamdi Efendi, bu âyetin tefsirinde şöyle buyurur:

"Ne öncesinde doğuran bir sabıkı ve üstünü, ne de sonrasında doğmuş ve doğacak bir astı ve eki yoktur. Şan ve değer bakımından da O'na eşdeğer olacak hiçbir şekilde hiçbir denk mevcut değildir. Ne zatında, ne sıfatında hiçbir eşiti, hiçbir benzeri, ne zıtlaşacak, ne birleşek şekilde hiçbir eş, arkadaş, ortak veya rakip olmamıştır ve olamaz. Yani ezelde olmadığı gibi, bundan sonra da olmayacaktır. O'ndan başka bir 'Vacibu'l-vücud' yoktur. Ezelde olmayınca sonradan olması da muhaldir. Bunu ihtara hacet yoktur. Çünkü sonradan olanlar hâdis ve mahluk olacağı için zaten O'na denk ve eşit olması mümkün değildir. Çünkü sonradan olanda ne kadar kemal farz edilirse edilsin yine de mahluktur."

Sûrenin önceki âyetleri tevhidin bütün mertebelerini özet olarak ifade ettiği gibi, bu âyet-i kerîme de Cenâb-ı Hakk'ın zâtında benzeri, fiillerinde ortağı ve sıfatında misli bulunmadığını beyan ile şirkin akla gelebilecek bütün türlerini reddetmektedir.

İhlas suresinin kısa bir açıklamasını verdikten sonra, söz konusu soru hakkında şunları da ifade etmekte fayda görüyoruz:

Şu varlık aleminin yaratıcısı ancak ve ancak vücudu vâcib, ezelî ve ebedî, zâtında ve sıfatlarında benzeri bulunmayan Allah'dır. Elbette, O Zât-ı Akdes hakkında böyle bir soru sorulamaz. Çünkü "kim yarattı" sorusu ancak mahlûkat için sorulabilir.

Allahü Teâlâ Ehad’dir; birdir, zatında şeriki yoktur.

Allahü Teâlâ Samed'dir. Bütün mahlûkat yaratılmalarında, devam ve bekalarında, idare ve tedbirlerinde her an O'na muhtaçtır. Hiçbir şeye muhtaç olmayan O Ehad ve Samed hakkında böyle bir soru sormak O'nu tanımamanın, bilmemenin bir ifadesidir.

Allahü Azîmüşşân doğmadan ve doğurulmadan münezzehtir. Ezelî ve ebedî olan ve kendisinden üstün bir varlık tasavvur edilmeyen O Zât-ı Zülcelâl'in, bir başkasının tesiri ile vücuda gelmesi nasıl tevehhüm edilebilir?

Allahü Teâlâ'nın eşi, benzeri, dengi ve misli yoktur. Ne ulûhiyyetinde ne rubûbiyetinde ne mabudiyetinde ne hallâkiyetinde ve ne de hâkimiyetinde O'na denk ve misil olacak hiçbir varlık düşünülemez. Zerre kadar aklı olan bir insan böyle bir Zât hakkında bu çelişkili sorunun sorulamayacağını bilir.

Evet, "Cenâb-ı Hakk'ı -hâşâ- kim yarattı?" sorusunda açık bir çelişki vardır. Şöyle ki:

Allah Teâlâ Hazretlerinin vücudu zâtidir. Ezelî ve ebedîdir. Eşi ve benzeri yoktur. Her şeyi yaratan ve her şeyin kendisine muhtaç olduğu bir Zata yaratılma izafe edilirse çelişki ortaya çıkar. Hakikatlerin zıddına dönüşmesi gerekir.

Allahü Teâlâ'nın -hâşâ- yaratıldığı vehmedilirse o hâlde, O Zât-ı Mukaddes'in hem ezelî, hem hadis (sonradan yaratılmış), hem Hâlık, hem mahlûk, hem sonsuz kadir, hem sonsuz âciz, kısacası, hem ulûhiyetin sonsuz kemâl sıfatlarına, hem de mahlûkiyetin sonsuz eksik sıfatlarına sahip olması lâzım gelir.

Soru böyle sonsuz çelişki ve zıtlıklar taşıdığı gibi, birçok imkansızlıkları da içine almaktadır. Bunlardan sadece birisi olan "teselsülün muhaliyeti"ni nazara vermekle yetineceğiz.

Bir an için O Vâcib-ül Vücud hakkında böyle bir soru sorulduğu farzedilse, o zaman bu soru o noktada kalmaz. Yâni Cenâb-ı Hakk'ı yarattığı vehmedilen o halikın da bir halikı, onun da halikı... sorulur. Böylece soru silsile hâline sonsuza kadar gider. O hâlde bu sorunun mahiyeti muhale, imkânsızlığa dayanır ve böyle bir soru sorulamaz.

Teselsülün muhal olduğuna dair bazı misaller takdim edelim:

On-on beş vagonlu bir tren düşününüz. Bu vagonlardan herbirisini bir önceki vagon çeker. Ve nihayet iş lokomotife dayandığında artık "Lokomotifi kim çekiyor?" diye bir soru sorulamaz. Zira, çekip fakat çekilmeyen bir lokomotif olmazsa bu nizam bozulur ve hareket meydana gelmez.

Aynı şekilde, bir şekerin nasıl yapıldığını sorsak, bize cevaben, şeker fabrikasında yapıldığı söylenecektir. Şeker fabrikasındaki âletlerin nerede yapıldığını sorduğumuzda onların da tezgâhları gösterilecektir. Sonunda mesele bir zatın ilmine, iradesine ve kudretine dayanmazsa, tezgâhın da tezgâhı sorulacak ve teselsüle gidilecektir.

Diğer taraftan bir elma, tabiri caiz ise, elma fabrikası olan ağacında yapılmaktadır. Bu ağaç ise kâinat fabrikasında inşa edilmiştir. Eğer elma ağacının da kâinatın da yapılması sonsuz bir ilim ve kudret sahibine verilmezse, kâinat fabrikasına da bir fabrika, o fabrikaya da bir fabrika gerekecek ve çıkmaza girilecektir.

Bir asker emri onbaşıdan, o da yüzbaşıdan ve başkumandan da padişahtan alır. "Ya padişah kimden emir alıyor?" şeklinde bir soru sorulamaz. Zira padişah da birinden emir alsa, o da asker derecesine iner ve emir aldığı zât padişah olur. Bu durumda birinci şahıs padişah değildir ki: "Padişah kimden emir alıyor?" diye bir soru sorulabilsin. Padişah denilince, emir veren, fakat emir almayan bir hükümdar akla gelir.

Bu misâllerden anlaşıldığı gibi, bu kâinatın yaratılışının; zâtı, esması ve sıfatlarıyla ezelî ve ebedî olan Allah’ın ilim, irade ve kudretine dayanması zaruridir.

"Cenâb-ı Hakk'ı -hâşâ- kim yarattı?" diye firavunâne soru soranlar “teselsülün muhal oduğunu” bilmediklerini ve nefisleriyle bir demogoji yaptıklarını açığa vurmuş olurlar.

Sorularla İslamiyet




 
1. Teselsül: Bir şeyin zincirleme olarak sonsuza kadar ilerleyip gitmesi demektir. Yani her varlık, kendisinden bir önceki varlığın malulü (sonucu), kendinden sonra gelecek varlığın da illeti (sebebi) olmasıdır. Bu fikir, bütün düşünce ekollerince reddedilmiştir. Zira hiçbir varlık sonsuza dek uzayıp gidemez, mutlaka bir başlangıcı olması gereklidir. Bu başlangıcı var edecek sebebin ise, başka bir sebebe muhtaç olmayan, varlığı ezeli ve ebedi olan Vacibül Vücut olması lazımdır. Yoksa, o da başka bir sebebe muhtaç olursa, muhtaç olduğu sebep de başka bir sebebe muhtaç olur. Bu ilanihaye uzayıp gider. Böylece varlıklar hiçbir zaman ortaya çıkamazlardı.

2. Mümkün mümküne illet olamaz. Yani, varlık sahasına çıkmamış bir şey, nasıl olur da başka bir varlığın ortaya çıkmasına sebep olabilir? Kendisi yokken, başkasını nasıl var edebilir.

3. Mümkün olan bir şeyin, yani var ve yok olması dengede duran bir şeyin, bu dengesini bozacak, bir tercih yapacak Zata ihtiyaç vardır. Bu Zat’da mümkün cinsinden olmaması gereklidir. Zira, mümkün, mümküne sebep olamaz. O zaman, varlığı ezeli olan bir Zatın lüzumu aklen vaciptir.

4. Yaratıcı; yaratılmaya konu ve mahal oluyorsa, o zaten yaratıcı olamaz. Yaratıcının yukarıdaki delilleri gereğince yaratılmamış, ezeli ve ebedi olması gereklidir. Yoksa yaratıcı olamaz.

5. Ezeli ve ebedi bir Zat, zaten ikinci bir yaratıcıya imkan bırakmıyor. Onun zatı ezeli ve ebedi olmasından; bir boşluk, bir ihtimal bırakmıyor ki, oradan girip, ikinci bir yaratıcı meydana çıksın. Temsilde hata olmasın; bir odayı tamamen eşya ile doldursak, ikinci bir oda hacmindeki eşya artık oraya girmez. Zira birinci eşya orayı zapt etmiştir.

Aynı soru müşrikler tarafından bizzat Peygamber Efendimize (asm.) sorulmuş ve bu soru üzerine Cebrail (as.), Allahü Azîmüşşân'dan İhlâs Sûresini cevap olarak getirmiştir. Bu sûre ile şirkin bütün nevileri kökünden kesilip atılıyor, tevhidin bütün mertebeleri en güzel bir şekilde izah ve ispat ediliyordu. Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm.) de bu soruyu soran kimselere yine İhlâs Sûresi ile cevap verilmesini beyan buyurmuşlardır.(1)

Biz de Resûlulluh’a (asm.) ittiba ederek bu soruya İhlâs Sûresi ile cevap vereceğiz. Cenâb-ı Hak İhlâs suresinde kendisini kullarına şöylece bildirmektedir:

"De ki: O Allah'dır, Ehad’dir. (O) Allah'tır, Samed'dir. Doğurmadığı gibi, doğmamıştır da. Hiçbir şey O'nun dengi (ve benzeri) değildir."

Âyet-i kerîmedeki Allah lâfzı Cenâb-ı Hakk'ın zâtına işaret etmekte, Ehad ise, O'nun birliğini ifade etmektedir. Burada şunu belirtmek gerekir, Ehad ism-i şerifi "adet olarak" bir demek olmayıp, "yegâne birdir", "tek birdir", "şeriksiz birdir", "kendinden başkası hep mahlûk olan" manasına gelir. Yâni O'ndan başka bütün birler adet olarak birdirler, mahlûkturlar, mümkindirler.

Cenâb-ı Hakk'ın zâtının bir olduğunu, kudsî mahiyetinin hiçbir mahiyete benzemediğini, mekândan ve zamandan, cisimden ve cisme ait bütün özelliklerden münezzeh olduğunu ifade eder.

Cenâb-ı Hakk'ı "Ehad" olarak bilen bir insan "onu kimin yarattığı" gibi bir sorunun ne kadar saçma olduğunu hemen anlar. Böyle bir mü'mini hiçbir vehim ve vesvese şüpheye ve tereddüde düşüremez.

"(O) Allah'tır, Samed'dir."

Yâni, O hiçbir şeye muhtaç değildir, her şey O’na muhtaçtır. Bütün istek ve arzulara cevap veren, bütün ihtiyaçları gideren yegâne merci O'dur.

"Doğurmadığı gibi…"

Yani, Ehad ve Samed olan Allahü Teâlâ, evlâd sahibi olmaktan, doğurmaktan ve bölünüp - parçalanmaktan münezzehtir.

"Allahü Teâlâ, Ehad, Samed olduğu için tecezzi etmez, O'ndan ne bir cüz, ne bir cevher, ne bir madde kopup ayrılmaz, çıkmaz. O'nun cinsi, nevi, benzeri olmaz. Hiçbir ihtiyacı ve eksiği bulunmaz. Ancak O'nun ilminde bulunan her şey, yine O'nun yaratmayı dilemesiyle vücuda gelir. 'Ol' demesiyle olur."

O Vahid-i Ehad bölünme ve parçalanmadan münezzeh olduğu için, kendi zâtından bir ilâh sudur etmesi muhaldir (gerçekleşmesi olanaksızdır). Mahlûkatını ilmi, iradesi, kudreti ile yaratır. Yarattığı mahlûkatın O'na denk yahut O'ndan güçlü olması muhaldir.

"… doğmamıştır da."

Yâni, bir başkasından doğmamıştır, sonradan olmamıştır; evveli yoktur, ezelîdir. O'nun olmadığı bir zaman tasavvur edilemez.

Bu ayet, Allahü Teâlâ hakkında babalığı, analığı, başkasından doğmuş olmayı reddetmekle, başta Hristiyanların "teslis" akidesi olmak üzere her türlü velediyet fikrini reddeder.

"Hiçbir şey O'nun dengi (ve benzeri) değildir."​

Merhum Elmalılı Hamdi Efendi, bu âyetin tefsirinde şöyle buyurur:

"Ne öncesinde doğuran bir sabıkı ve üstünü, ne de sonrasında doğmuş ve doğacak bir astı ve eki yoktur. Şan ve değer bakımından da O'na eşdeğer olacak hiçbir şekilde hiçbir denk mevcut değildir. Ne zatında, ne sıfatında hiçbir eşiti, hiçbir benzeri, ne zıtlaşacak, ne birleşek şekilde hiçbir eş, arkadaş, ortak veya rakip olmamıştır ve olamaz. Yani ezelde olmadığı gibi, bundan sonra da olmayacaktır. O'ndan başka bir 'Vacibu'l-vücud' yoktur. Ezelde olmayınca sonradan olması da muhaldir. Bunu ihtara hacet yoktur. Çünkü sonradan olanlar hâdis ve mahluk olacağı için zaten O'na denk ve eşit olması mümkün değildir. Çünkü sonradan olanda ne kadar kemal farz edilirse edilsin yine de mahluktur."

Sûrenin önceki âyetleri tevhidin bütün mertebelerini özet olarak ifade ettiği gibi, bu âyet-i kerîme de Cenâb-ı Hakk'ın zâtında benzeri, fiillerinde ortağı ve sıfatında misli bulunmadığını beyan ile şirkin akla gelebilecek bütün türlerini reddetmektedir.

İhlas suresinin kısa bir açıklamasını verdikten sonra, söz konusu soru hakkında şunları da ifade etmekte fayda görüyoruz:

Şu varlık aleminin yaratıcısı ancak ve ancak vücudu vâcib, ezelî ve ebedî, zâtında ve sıfatlarında benzeri bulunmayan Allah'dır. Elbette, O Zât-ı Akdes hakkında böyle bir soru sorulamaz. Çünkü "kim yarattı" sorusu ancak mahlûkat için sorulabilir.

Allahü Teâlâ Ehad’dir; birdir, zatında şeriki yoktur.

Allahü Teâlâ Samed'dir. Bütün mahlûkat yaratılmalarında, devam ve bekalarında, idare ve tedbirlerinde her an O'na muhtaçtır. Hiçbir şeye muhtaç olmayan O Ehad ve Samed hakkında böyle bir soru sormak O'nu tanımamanın, bilmemenin bir ifadesidir.

Allahü Azîmüşşân doğmadan ve doğurulmadan münezzehtir. Ezelî ve ebedî olan ve kendisinden üstün bir varlık tasavvur edilmeyen O Zât-ı Zülcelâl'in, bir başkasının tesiri ile vücuda gelmesi nasıl tevehhüm edilebilir?

Allahü Teâlâ'nın eşi, benzeri, dengi ve misli yoktur. Ne ulûhiyyetinde ne rubûbiyetinde ne mabudiyetinde ne hallâkiyetinde ve ne de hâkimiyetinde O'na denk ve misil olacak hiçbir varlık düşünülemez. Zerre kadar aklı olan bir insan böyle bir Zât hakkında bu çelişkili sorunun sorulamayacağını bilir.

Evet, "Cenâb-ı Hakk'ı -hâşâ- kim yarattı?" sorusunda açık bir çelişki vardır. Şöyle ki:

Allah Teâlâ Hazretlerinin vücudu zâtidir. Ezelî ve ebedîdir. Eşi ve benzeri yoktur. Her şeyi yaratan ve her şeyin kendisine muhtaç olduğu bir Zata yaratılma izafe edilirse çelişki ortaya çıkar. Hakikatlerin zıddına dönüşmesi gerekir.

Allahü Teâlâ'nın -hâşâ- yaratıldığı vehmedilirse o hâlde, O Zât-ı Mukaddes'in hem ezelî, hem hadis (sonradan yaratılmış), hem Hâlık, hem mahlûk, hem sonsuz kadir, hem sonsuz âciz, kısacası, hem ulûhiyetin sonsuz kemâl sıfatlarına, hem de mahlûkiyetin sonsuz eksik sıfatlarına sahip olması lâzım gelir.

Soru böyle sonsuz çelişki ve zıtlıklar taşıdığı gibi, birçok imkansızlıkları da içine almaktadır. Bunlardan sadece birisi olan "teselsülün muhaliyeti"ni nazara vermekle yetineceğiz.

Bir an için O Vâcib-ül Vücud hakkında böyle bir soru sorulduğu farzedilse, o zaman bu soru o noktada kalmaz. Yâni Cenâb-ı Hakk'ı yarattığı vehmedilen o halikın da bir halikı, onun da halikı... sorulur. Böylece soru silsile hâline sonsuza kadar gider. O hâlde bu sorunun mahiyeti muhale, imkânsızlığa dayanır ve böyle bir soru sorulamaz.

Teselsülün muhal olduğuna dair bazı misaller takdim edelim:

On-on beş vagonlu bir tren düşününüz. Bu vagonlardan herbirisini bir önceki vagon çeker. Ve nihayet iş lokomotife dayandığında artık "Lokomotifi kim çekiyor?" diye bir soru sorulamaz. Zira, çekip fakat çekilmeyen bir lokomotif olmazsa bu nizam bozulur ve hareket meydana gelmez.

Aynı şekilde, bir şekerin nasıl yapıldığını sorsak, bize cevaben, şeker fabrikasında yapıldığı söylenecektir. Şeker fabrikasındaki âletlerin nerede yapıldığını sorduğumuzda onların da tezgâhları gösterilecektir. Sonunda mesele bir zatın ilmine, iradesine ve kudretine dayanmazsa, tezgâhın da tezgâhı sorulacak ve teselsüle gidilecektir.

Diğer taraftan bir elma, tabiri caiz ise, elma fabrikası olan ağacında yapılmaktadır. Bu ağaç ise kâinat fabrikasında inşa edilmiştir. Eğer elma ağacının da kâinatın da yapılması sonsuz bir ilim ve kudret sahibine verilmezse, kâinat fabrikasına da bir fabrika, o fabrikaya da bir fabrika gerekecek ve çıkmaza girilecektir.

Bir asker emri onbaşıdan, o da yüzbaşıdan ve başkumandan da padişahtan alır. "Ya padişah kimden emir alıyor?" şeklinde bir soru sorulamaz. Zira padişah da birinden emir alsa, o da asker derecesine iner ve emir aldığı zât padişah olur. Bu durumda birinci şahıs padişah değildir ki: "Padişah kimden emir alıyor?" diye bir soru sorulabilsin. Padişah denilince, emir veren, fakat emir almayan bir hükümdar akla gelir.

Bu misâllerden anlaşıldığı gibi, bu kâinatın yaratılışının; zâtı, esması ve sıfatlarıyla ezelî ve ebedî olan Allah’ın ilim, irade ve kudretine dayanması zaruridir.

"Cenâb-ı Hakk'ı -hâşâ- kim yarattı?" diye firavunâne soru soranlar “teselsülün muhal oduğunu” bilmediklerini ve nefisleriyle bir demogoji yaptıklarını açığa vurmuş olurlar.

Sorularla İslamiyet




Bu yazının özeti : "Allah yaratılmamıştır hep vardır". Buradaki mantık hatasını anlamıyorsun, diyorsun ya "bu evren kendi kendine var olmuş olamaz, tesadüf olamaz" burada bir neden arıyorsun, ilk nedeni (Arhke) arıyorsun. Evrenin ilk nedeni varsa Allah'ın da ilk nedeni olmak zorunda. Allah hep vardı demek soruyu ötelemek oluyor, o zaman Evren'de hep vardı?

Böyle mükemmel bir evrenin yaratıcısı vardır-
Böyle mükemmel bir Allah'ın yaratıcısı vardır-

"Bir şeyin var olmasını sağlayan başka bir üst neden varsa, o halde tüm evrenin var olmasını sağlayan da başka bir neden olması gerekir.'' İlk neden nasıl vardı? neden vardı?

Deterministlik evrende ulaşabileceğimiz sonuç en fazla Arhke'dir. Daha fazlasını bilemeyiz, bilmemiz mümkün değildir. İlk nedenin Tanrı olması mantıksal açıdan imkansızdır. (En azından sizin bahsettiğiniz Tanrı için.)
 
Bu yazının özeti : "Allah yaratılmamıştır hep vardır".
Sen niye böyle özeti bilmem ne diye bakıyorsun yazdığım bunca şeye? Tamamiyle okumadığını biliyorum. Esas burada sen konuyu değiştiriyorsun ve kendi dediklerinde mantığın olduğunu savunuyorsun. Benim yazdıklarımda hiç bir mantık hatası yoktur arkadaşım. Kusura bakma fakat siz inançsız insanların beyni din ile ilgili olan delilleri veyahut yorumları sürekli olarak çürütme peşindedir, yani kabullenmek size zıt. Teselsülün muhal olması mantıksız mıdır? Veyahut senin dediklerimi mantıksız bulma kaiden ile yazdığın şeyler tamamiyle mantıksızdır. İlk neden nasıl vardı, neden vardı? diye sorsak beraberinde bir sürü çelişki getirir ve olay döngüye girer. Senin sorun kısaca "Allah neden var?". Bu soruna şöyle cevap vereceğim:

Varlıklar prensip olarak iki kısımda mütalaa edilir:

Başlangıcı olmayan, üzerinden yokluğun geçmediği ezelî varlık; Allah.

Bir başlangıcı olan,
üzerinden yokluğun geçtiği hâdis / sonradan var olan varlık; Allah’tan başka her şey...

Mantık açısından baktığımız zaman, başlangıcı olan varlıkların varlığı, bir dış etkene, bir sebebe ihtiyaç duymaktadır. Çünkü, bu varlıklar önceden yoktu, var olduklarına göre, onların varlığını yokluğuna tercih eden bir nedenin, bir vesilenin, bir gerekçenin olması gerekir. Onun için diyoruz ki, kâinatın yokluktan varlığa çıkması için bir yaratıcıya ihtiyacı vardır. Bu yaratıcının da bunları var etmek için bir / veya birkaç amacı olması gerekir.

Kur’an’da Allah’ın varlığı ve birliğini ispat için kullanılan en önemli delillerinden biri, bu gaye delilidir. Mesela:

- Bitkilerin yetişmesi için yağmurun yağdırıldığı,
- Rızka muhtaç canlıların bu ihtiyacını gidermek için her türlü rızkın var edildiği,
- Canlıların hayat şartlarının oluşturulması için, güneş, deniz, atmosfer vs.şartların var edildiği,
- Neslin çoğalması için insanların kadın-erkek olarak, diğer bütün varlıkların bu kanuna tabi olarak dişil-eril statüsüne tabi kılındığına dair Kur’anî bilgiler, bu gaye deliline işaret etmektedir.

Bütün kâinatı içine alan kapsamlı, adeta sınırsız bir projesi, bir gayesi, bir amacı olan bir varlığın, her şeyden önce kendisinin ezelî ve ebedî bir hayata sahip olması, sonsuz ilim ve kudret sahibi, sonsuzu kuşatıcı görme ve işitme sahibi, sonsuz tekvinî ve teşriî kelam sahibi olmak gibi kuşatıcı sıfatlara sahip olması gerekir. Bu ise Allah’tan başka bütün varlıkların yaratıcılık vasfına haiz olmadıklarını tescil eder.

Aynı mantık prensibi gereğince, varlığı kendinden olan, varlığı ezelî olan, varlığı ebedî ve sermedî olan Allah’ın varlığının bir nedeni, bir gerekçesi olamaz. Çünkü, nedenler, gerekçeler bir şeyin varlığını gerektiren sebeplerdir. Allah’ın varlığı sonradan olmadığına göre onun herhangi bir nedeni olamaz. Çünkü, neden, sebep bir şeyin varlığına etki eden ve dolayısıyla ondan önce var olan bir gerçektir. Allah’tan önce bir varlık söz konusu olmadığına göre, O’nun varlığına etki edecek bir nedenin / sebebin olması da söz konusu değildir, olamaz da..

Allah’ın bizim için var olması ile kendine özgü varlığı farklı konulardır.

Yaratılmış ve yapılmış varlıklar olarak bizler kendi varlığımızı tıpkı bizim gibi önceden yok iken sonra açığa çıkan yani yaratılan ve yapılan diğer varlıklara atfedemeyiz. Tıpkı sayıların arasındaki sıra düzeni ilişkisini onların hepsinin varlıklarının dayandığı “1” sayısına tercih edemeyeceğimiz gibi, varlıkların arasındaki zamansal ilişkileri de onların varlıklarının gerçekteki nedeni sayamayız.

Bu nedenle tüm varlık için bir asıl varoluşa ve bu varoluşun var ediciliğine gereksinim duyarız.

Aklımız bu evrende olan gerçekliğe uygun bir algıya sahiptir. Ancak Allah’ın kendine özgü varlığı ise bizim için bilinmez bir meçhuldür. Başlangıç ve sonun olmaması bizim zaten akıl yürütme ile ulaştığımız bir sonuçtur.

Akıl burada ulaşacağı sınırı bize gösterir. Ancak başlangıcı ve sonu olan varlıklar olarak “Bu nasıl bir şeydir?” diye sormaya kalktığımızda cevap alamayacağımız açıktır.

Bu durumda aklın ulaştığı bu sınırlardan sonra vahye teslim olmak gerekmektedir.

İşte Allah Teala bu akla dayalı çıkarımımız cevapsız kalmasın ve bu nedenle sahipsiz bir boşluk içinde kendimizi heder etmeyelim diye, bizlere merhameten kendi münezzeh ve mükemmel var oluşunu bizim sınırlı dünyamıza yöneltmektedir. Bizim bu en temel ihtiyacımıza cevap vermektedir.

Bu tenezzülünü de yarattığı varlıklarına karşı bir borç olarak değerlendirmekte ve bu ilişkinin adını “din-islam” olarak koymaktadır. Allah'ın katındaki bizim hakkımız İslam'dır.

Kur'an Allah Teala'nın gözle (basar) algılanamayacağını, akıl ile de kavranamayacağını açıkça ifade ediyor. Bu dünyada hiçbir kimse tarafından görülmemiş ve dünyada görülemeyecek olan bir varlığın, gözle görülen mesela kırmızı bir elma gibi tasavvur ve tahayyül edilememesi gayet normaldir. Eğer insanoğlu zihninde, hayalinde bir Allah tasavvur ve tahayyül ederse, Allah'ı bundan (hayalinde O'na verdiği şekilden, suretten) tenzih etmesi, "Haşa Allah bu değildir, O, tasavvur edilemez, herhangi bir şekle sokulamaz." demesi gerekir.

Allah'a iman, gayba (görülemeyene) imanın başında gelir. Bir şeyin varlığını bilmek ve ona inanmak başkadır, onu görmek, görmeden tasavvur etmek başkadır; "İkincisi olmuyor diye birincisi de olmaz." denemez, birincisi ikincisini zorunlu kılmaz; yani var olan her şeyin görülmesi gerekmez.

Biz, evrenin ve evrende olanların, dünyaya ve onun da içinde yer aldığı galaksiye nisbetle çok daha büyük olduğunu biliyor ve buna inanıyoruz, ama o galaksilerin tamamını görmüyoruz. Biz aklımızın olduğunu biliyor ve buna inanıyoruz, ama onu görmüyoruz ve tasavvur da edemiyoruz. Aklın işlevine, eserine bakarak onun var olduğunu biliyor ve ona inanıyoruz.

İşte bunun gibi kendimize ve çevremize bakıp bunların üzerinde düşününce de Allah'a ulaşıyoruz; yani bütün bunlar yaratan ve yöneten bir varlığın olması gerektiği sonucunu çıkarıyoruz. Bu varlığın niteliklerini kısmen aklımızla buluyoruz, ama bu konuda akıl yeterli olmuyor, nitelikleri doğru ve tam olarak öğrenebilmek için Allah'ın açıklamasına ihtiyaç duyuyoruz, bu açıklama da vahiy yoluyla yapılıyor.

İnsan bir kere Allah'a iman ettikten sonra bu imanın bilgi imanını geçip, "bir şeyi görerek, hatta bir şey olarak ona inanma" kesinliğine ulaşabilmesi için tefekkür ve ibadete devam etmek gerekiyor. Tefekkür ve ibadet sonunda, yine görmeden öyle bir Allah inancına ulaşılıyor ki, bu imanın sahibi gördüklerinden şüphe ediyor da Allah'ın varlığından şüphe etmiyor.

Daha fazla devam etmeyelim lütfen. Sen yazdıklarımı oku ve düşün ve sonuca ulaşmaya çalış. Ben sana yeteri kadar cevap verdim ve kanıtları sundum.
 
Sen niye böyle özeti bilmem ne diye bakıyorsun yazdığım bunca şeye? Tamamiyle okumadığını biliyorum. Esas burada sen konuyu değiştiriyorsun ve kendi dediklerinde mantığın olduğunu savunuyorsun. Benim yazdıklarımda hiç bir mantık hatası yoktur arkadaşım. Kusura bakma fakat siz inançsız insanların beyni din ile ilgili olan delilleri veyahut yorumları sürekli olarak çürütme peşindedir, yani kabullenmek size zıt. Teselsülün muhal olması mantıksız mıdır? Veyahut senin dediklerimi mantıksız bulma kaiden ile yazdığın şeyler tamamiyle mantıksızdır. İlk neden nasıl vardı, neden vardı? diye sorsak beraberinde bir sürü çelişki getirir ve olay döngüye girer. Senin sorun kısaca "Allah neden var?". Bu soruna şöyle cevap vereceğim:
Bak dostum, insan görmek istediğini görür. Senin burada bakış açın "Allah ezelden beri hep vardı" şeklinde, biz sana Arkhe'yi sorunca sen arkhe yerine kendi sunduğun argümanı düşünüyorsun. Tamam sana göre öyle fakat bir de bizim argümanımızı düşün öyle yanıt ver. Asıl kabul edemeyen sensin, burada öyle bir övüyorsun ki Allah'ı mantıklı düşünemiyorsun. Ayrıca ben "Allah neden var" diye bir soru sormuyorum, ben "Allah varsa onun da bir nedeni olabilir" diyorum. Bir üst Tanrı'nın olmadığını söyleyemezsin sonuçta?
Varlıklar prensip olarak iki kısımda mütalaa edilir:

Başlangıcı olmayan, üzerinden yokluğun geçmediği ezelî varlık; Allah.

Bir başlangıcı olan,
üzerinden yokluğun geçtiği hâdis / sonradan var olan varlık; Allah’tan başka her şey...

Mantık açısından baktığımız zaman, başlangıcı olan varlıkların varlığı, bir dış etkene, bir sebebe ihtiyaç duymaktadır. Çünkü, bu varlıklar önceden yoktu, var olduklarına göre, onların varlığını yokluğuna tercih eden bir nedenin, bir vesilenin, bir gerekçenin olması gerekir. Onun için diyoruz ki, kâinatın yokluktan varlığa çıkması için bir yaratıcıya ihtiyacı vardır. Bu yaratıcının da bunları var etmek için bir / veya birkaç amacı olması gerekir.

Kur’an’da Allah’ın varlığı ve birliğini ispat için kullanılan en önemli delillerinden biri, bu gaye delilidir. Mesela:

- Bitkilerin yetişmesi için yağmurun yağdırıldığı,
- Rızka muhtaç canlıların bu ihtiyacını gidermek için her türlü rızkın var edildiği,
- Canlıların hayat şartlarının oluşturulması için, güneş, deniz, atmosfer vs.şartların var edildiği,
- Neslin çoğalması için insanların kadın-erkek olarak, diğer bütün varlıkların bu kanuna tabi olarak dişil-eril statüsüne tabi kılındığına dair Kur’anî bilgiler, bu gaye deliline işaret etmektedir.
Sen burada sanki bir müslüman arkadaşın bu soruyu sormuşta ona anlatıyormuşsun gibi açıklamışsın. Yazdığın yazının içinde bile "ilk neden" argümanı var, sen kendin kullanıyorsun fakat bu taraftan bakamıyorsun/bakmak istemiyorsun. Nurculardan olduğun çok belli, bahsettiğin argümanların hepsi Sözler Köşkü, HayalHanem gibi tarikatların argümanları. Abilerinin söylediği şeyleri doğru kabul etmek yerine önce araştır veya bizim argümanımızı anlamaya çalış. Evren nedene ihtiyaç duyuyorsa, Allah'ta duyar. Allah zamandan veya mekandan münezzeh dersen Evren içinde aynısını söyleyebiliriz. Bunu çürütemezsin, çürütmek için tek kullanabileceğin şey bilim olur, bilim ile açıklamayı kabul edersen sadece işine gelen konularda değil bütün konularda bilimi kabul etmen gerekir.(Evrim yasası) Bahsettiğin gayelerin hepsini bilim sayesinde biliyorsun fakat konu evrime gelince "evrim gerçek değil" diyorsunuz.
Bütün kâinatı içine alan kapsamlı, adeta sınırsız bir projesi, bir gayesi, bir amacı olan bir varlığın, her şeyden önce kendisinin ezelî ve ebedî bir hayata sahip olması, sonsuz ilim ve kudret sahibi, sonsuzu kuşatıcı görme ve işitme sahibi, sonsuz tekvinî ve teşriî kelam sahibi olmak gibi kuşatıcı sıfatlara sahip olması gerekir. Bu ise Allah’tan başka bütün varlıkların yaratıcılık vasfına haiz olmadıklarını tescil eder.
Allah bahsettiğin sıfatlara sahipse; sonsuz güç kudret, sonsuz merhamet, sonsuz adalet gibi sıfatlara sahip olan bir varlık kimseyi sonsuza kadar Cehennemde yakmaz, 70 yıllık bir ömür yaşamış bir insan Hitler bile olsa sonsuza kadar yakılmayı haketmiyor. Böyle bir merhamete sahip varlık birisini sırf iman etmediği diye yakıyorsa biz onun merhametini sorgulayabiliriz. Sana göre Allah mükemmeldir veya herhangi bir kusuru/ihtiyacı yoktur değil mi? Peki neden evreni veya insanlığı yarattı? Mükemmel bir varlık hiçbir şeye ihtiyaç duymaz, hiçbir şey yapmaz. Tanrı kavramından bir habersin, Tanrı gibi bir varlık hakkında hiçbir şey bilemezsin ve anlayamazsın.

Allah'tan başka kimsenin yaratıcı olmadığını söylüyorsun fakat bilemezsin, kanıtlamazsın da. Başka bir Tanrı veya varlığın olmadığını kanıtlayamazsın.

Aynı mantık prensibi gereğince, varlığı kendinden olan, varlığı ezelî olan, varlığı ebedî ve sermedî olan Allah’ın varlığının bir nedeni, bir gerekçesi olamaz. Çünkü, nedenler, gerekçeler bir şeyin varlığını gerektiren sebeplerdir. Allah’ın varlığı sonradan olmadığına göre onun herhangi bir nedeni olamaz. Çünkü, neden, sebep bir şeyin varlığına etki eden ve dolayısıyla ondan önce var olan bir gerçektir. Allah’tan önce bir varlık söz konusu olmadığına göre, O’nun varlığına etki edecek bir nedenin / sebebin olması da söz konusu değildir, olamaz da..

Allah’ın bizim için var olması ile kendine özgü varlığı farklı konulardır.

Yaratılmış ve yapılmış varlıklar olarak bizler kendi varlığımızı tıpkı bizim gibi önceden yok iken sonra açığa çıkan yani yaratılan ve yapılan diğer varlıklara atfedemeyiz. Tıpkı sayıların arasındaki sıra düzeni ilişkisini onların hepsinin varlıklarının dayandığı “1” sayısına tercih edemeyeceğimiz gibi, varlıkların arasındaki zamansal ilişkileri de onların varlıklarının gerçekteki nedeni sayamayız.

Bu nedenle tüm varlık için bir asıl varoluşa ve bu varoluşun var ediciliğine gereksinim duyarız.

Aklımız bu evrende olan gerçekliğe uygun bir algıya sahiptir. Ancak Allah’ın kendine özgü varlığı ise bizim için bilinmez bir meçhuldür. Başlangıç ve sonun olmaması bizim zaten akıl yürütme ile ulaştığımız bir sonuçtur.

Akıl burada ulaşacağı sınırı bize gösterir. Ancak başlangıcı ve sonu olan varlıklar olarak “Bu nasıl bir şeydir?” diye sormaya kalktığımızda cevap alamayacağımız açıktır.

Bu durumda aklın ulaştığı bu sınırlardan sonra vahye teslim olmak gerekmektedir.

İşte Allah Teala bu akla dayalı çıkarımımız cevapsız kalmasın ve bu nedenle sahipsiz bir boşluk içinde kendimizi heder etmeyelim diye, bizlere merhameten kendi münezzeh ve mükemmel var oluşunu bizim sınırlı dünyamıza yöneltmektedir. Bizim bu en temel ihtiyacımıza cevap vermektedir.

Bu tenezzülünü de yarattığı varlıklarına karşı bir borç olarak değerlendirmekte ve bu ilişkinin adını “din-islam” olarak koymaktadır. Allah'ın katındaki bizim hakkımız İslam'dır.

Kur'an Allah Teala'nın gözle (basar) algılanamayacağını, akıl ile de kavranamayacağını açıkça ifade ediyor. Bu dünyada hiçbir kimse tarafından görülmemiş ve dünyada görülemeyecek olan bir varlığın, gözle görülen mesela kırmızı bir elma gibi tasavvur ve tahayyül edilememesi gayet normaldir. Eğer insanoğlu zihninde, hayalinde bir Allah tasavvur ve tahayyül ederse, Allah'ı bundan (hayalinde O'na verdiği şekilden, suretten) tenzih etmesi, "Haşa Allah bu değildir, O, tasavvur edilemez, herhangi bir şekle sokulamaz." demesi gerekir.

Allah'a iman, gayba (görülemeyene) imanın başında gelir. Bir şeyin varlığını bilmek ve ona inanmak başkadır, onu görmek, görmeden tasavvur etmek başkadır; "İkincisi olmuyor diye birincisi de olmaz." denemez, birincisi ikincisini zorunlu kılmaz; yani var olan her şeyin görülmesi gerekmez.

Biz, evrenin ve evrende olanların, dünyaya ve onun da içinde yer aldığı galaksiye nisbetle çok daha büyük olduğunu biliyor ve buna inanıyoruz, ama o galaksilerin tamamını görmüyoruz. Biz aklımızın olduğunu biliyor ve buna inanıyoruz, ama onu görmüyoruz ve tasavvur da edemiyoruz. Aklın işlevine, eserine bakarak onun var olduğunu biliyor ve ona inanıyoruz.

İşte bunun gibi kendimize ve çevremize bakıp bunların üzerinde düşününce de Allah'a ulaşıyoruz; yani bütün bunlar yaratan ve yöneten bir varlığın olması gerektiği sonucunu çıkarıyoruz. Bu varlığın niteliklerini kısmen aklımızla buluyoruz, ama bu konuda akıl yeterli olmuyor, nitelikleri doğru ve tam olarak öğrenebilmek için Allah'ın açıklamasına ihtiyaç duyuyoruz, bu açıklama da vahiy yoluyla yapılıyor.

İnsan bir kere Allah'a iman ettikten sonra bu imanın bilgi imanını geçip, "bir şeyi görerek, hatta bir şey olarak ona inanma" kesinliğine ulaşabilmesi için tefekkür ve ibadete devam etmek gerekiyor. Tefekkür ve ibadet sonunda, yine görmeden öyle bir Allah inancına ulaşılıyor ki, bu imanın sahibi gördüklerinden şüphe ediyor da Allah'ın varlığından şüphe etmiyor.

Daha fazla devam etmeyelim lütfen. Sen yazdıklarımı oku ve düşün ve sonuca ulaşmaya çalış. Ben sana yeteri kadar cevap verdim ve kanıtları sundum.
Beynin güzel yıkanmış, umarım bir tarikatın içinde değilsindir. Yüzlerce kelime yazıp tek anlatabildiğin şey "Allah her zaman vardır, bizim aklımız onu anlayamaz, Allah çok iyi". Dinin içine o kadar girmişsin ki bizim sana ulaşabilmemiz imkansız.

Sen niye böyle özeti bilmem ne diye bakıyorsun yazdığım bunca şeye? Tamamiyle okumadığını biliyorum. Esas burada sen konuyu değiştiriyorsun ve kendi dediklerinde mantığın olduğunu savunuyorsun. Benim yazdıklarımda hiç bir mantık hatası yoktur arkadaşım. Kusura bakma fakat siz inançsız insanların beyni din ile ilgili olan delilleri veyahut yorumları sürekli olarak çürütme peşindedir, yani kabullenmek size zıt. Teselsülün muhal olması mantıksız mıdır? Veyahut senin dediklerimi mantıksız bulma kaiden ile yazdığın şeyler tamamiyle mantıksızdır. İlk neden nasıl vardı, neden vardı? diye sorsak beraberinde bir sürü çelişki getirir ve olay döngüye girer. Senin sorun kısaca "Allah neden var?". Bu soruna şöyle cevap vereceğim:


Daha fazla devam etmeyelim lütfen. Sen yazdıklarımı oku ve düşün ve sonuca ulaşmaya çalış. Ben sana yeteri kadar cevap verdim ve kanıtları sundum.
Yazdığın uzun yazının sana ait olan kısmı burası, diğer kısmı ise Nurcu cemaatlerin argümanları. Yazdıklarının hepsini okudum, kuran ile Allah'ı ve evreni açıklamaya çalışmışsın fakat inançsız bir insanı düşündürmeye itecek hiçbir şey yazmamışsın. Allah olsaydım seni kesinlikle cennete koyardım, mükemmel bir imanın varmış. D:
 
Yaratıcıya inanan kişiler genelde “evren kendi kendine oluşamaz.” diyerek inanıyorlar. Ama bu durumda yaratıcının da kendi kendine oluşmaması gerekmez mi?
Evrenin sonradan oluştuğuna dair önemli bir kanıt var, o da astro-fiziğin temel konularından olan meşhur "büyük patlama" dır. Hızlı çekim denilen sinema tekniğini düşünürseniz geriye doğru gittiğinizde büyük patlamanın başlangıcının ultra-yoğun/ultra sıcak bir tekil nokta olduğunu anlarsınız. Gözlemlenebilir evren ve gözlemlenemeyen kısmının fiziksel bir varlık olduğunu anladığınıza göre tanım olarak Yaratıcının fiziksel bir varlık olmadığını yâni meta-fizik bir varlık olduğunu ve evrenin dışında olduğunu anlamanız gerekiyor. Nitekim Abdülkadir Geylanî (1078-1166) veya Muhyiddin İbnü'l Arabî (1165-1240) tarafından yazıldığı tartışmalı olan "Risale-i Gavsiyye" isimli kitapçıktaki bir diyalogta yazarın "Senin mekânın neresidir?" sorusuna Yaratıcının verdiği cevabın "Ben mekânın mekânıyım." cevabı da Yaratıcı ve evrenin ayrık olduğunu ifade eder. Dolayısıyla fiziksel bir varlığın sonradan oluştuğunu düşünmek gayet mümkünse de, meta-fizik yâni fizik ötesi bir varlığın sonradan olduğunu söylemek mümkün değildir, çünkü bunu tespit etmek için ne bir gözlem şansına sahibiz ne de büyük patlama örneğinde olduğu gibi fiziksel bir kanıtımız var. Temel sorun, meta-fizik varlık alanında nedensellik ilkesinin geçerli olup olmadığının bilinememesidir çünkü o varlık alanına fiziğin erişimi ve bir gözlem yapması mümkün değildir. Esasında tanım olarak Yaratıcının yaratılmış bir varlık olmaması gerekir, aksi halde Yaratıcı ifadesi Onun için geçerliliğini kaybedecekti, çünkü bu defa "Yaratıcıyı Yaratan varlık nedir?" şeklinde bir soru sorulacak ama bu da çelişki oluşturacaktı. Demek ki mantıksal tanım olarak Yaratıcının fiziksel evrende geçerli olan nedensellik ilkesine bağlı olmadığı ve dolayısıyla öncesinin olmadığı kabûlü zorunlu bir çıkarımdır. O halde "Yaratıcının kendi kendine oluşmaması gerekmez mi?" sorusunun cevabı "Evet gerekmez ve gerekmemelidir de, çünkü aksi halde Onu da yaratan bir Yaratıcı olduğu anlaşılır ki, bu da mantıksal olarak Yaratıcının yaratılmamış olması gerektiğini ifade eden başlangıç tanımına aykırıdır!
Sanırım Yaratıcının da cevabını bulamadığı soru, "Yaratıcı niye vardır?" sorusudur. Çünkü O, deyim yerindeyse tek varlık olarak varlık alanını kaplamış olup komşusu olan başka bir denk varlık da yoktur. Kur'an-ı Kerim kitabındaki İhlas sûresi işte bunu ifade eder: "O, tektir. O, başka bir varlıktan meydana gelmemiştir ve Ondan başka bir varlık da meydana gelmemiştir. Onun dengi yoktur."
Ben de diyorum ki, evren her zaman vardı ve olacak. Yaratıcı vardı inanıyorsun, ama evren vardı inanmıyorsun. Garip bence.
"Büyük patlama" ifadesini anladıysan evrenin her zaman var olmadığını sadece Yaratıcı istediğinde var olduğunu anlaman gerekir. Belki evreni, Onun tasarlayıp şekil verdiği bir tür ham maddenin "Büyük patlama"dan sonra ulaştığı fiziksel varlık organizasyonu olarak düşünebilirsiniz. Belki her defasında farklı farklı evrenler yaratıyor ve bunları sonlandırıp sonra tekrar yenilerini yaratıyor diye düşünmek de mümkü gibi gözüküyor.
Her zaman nasıl vardı? Zaman onunla birlikte mi doğdu? Yaratıcı her zaman varsa kaç yaşında peki?
Başlangış tanımına göre yâni Yaratıcının yaratılmamış olması gerektiğine göre, Onun zamana bağlı olmadığını zaten zamanı Onun ortaya çıkardığını ve Onun öncesi ve sonrası olmadığı için kaç yaşında sorusunun Onun için sorulamayacağını anlaman gerekiyor. Çünkü "şu" yaştadır dersek o zaman Onun bir başlangıcı var demektir, bu ise bir çelişkidir çünkü, Onun öncesi olmadığına göre bir başlangıcı da yoktur. Oysa yaşı hesaplamak için başlangıç noktasını bilmeniz gerekiyor. Başlangıcı olmayan bir varlığın yaşını sormak bu yüzden mümkün değil ve bir cevabı da olamaz.
Mantıksız. Durduk yere önümüzde bir insanın oluşmasını beklemek kadar saçma. Her zaman vardı ancak bir yerde veya zaman içerisinde oluştu. Nasıl oluştu? Durduk yere mi?
Nedensellik ilkesi sadece yaratılmışlar için yâni evren ve içindekiler için geçerlidir, oysa Yaratıcı, tanım gereği yaratılmamıştır ve nedensellik ilkesine bağlı değildir, çünkü evrenden ayrık ve bağımsız bir varlıktır. Bunu anlarsan "Durduk yere önümüzde bir insanın oluşmasını beklemek" ifadesini kullanamayacağını görürsün çünkü O, nedensellik ilkesine göre var olmuş değildir. Onun yâni Yaratıcının nasıl oluştuğunu merak edebilirsiniz ama bunun, Onun başlangıcı olmadığını belirten Yaratıcı tanımına mantıksal olarak aykırı olduğunu ve bu yüzden "Nasıl oluştu?" sorusunun sorulamayacağını anlamanız gerekiyor. O, mutlak tekil varlıktır ve sanırım Onun cevabını bulamadığı belki tek soru "Ben neden varım?" sorusudur.
Bana bunun kanıtını sunmalısın. Çok net konuşuyorsun.
"Big Bang" den haberin varsa ve yıllardır yapılan astro-fizik araştırmaları duyduysan ve en son James Webb uzay teleskopunun amacını biliyorsan "Büyük patlama" ile ilgili kanıt isteyemezsin demektir. "Allah, evren ve zamandan önce var olan bir varlıktır." ifadesine sunulacak kanıt fiziksel olamaz çünkü Yaratıcı, tanım gereği evrenden ayrık ve bağımsız bir varlık olduğuna göre meta-fizik yâni fizik ötesidir. O halde gözle görebileceğin değil, mantık süzgecinden geçirebileceğin düşünsel kanıtlara bakabilirsin. Onları da cevaplarımda bulabilirsin.
Sen hala gelmişsin imkansız diyorsun. Peki sen imkansız olduğunu kabullenmeye devam et. İnsanın aklı yetmez diye yaratıcının her zaman var olduğuna da inan. Sorgulama. Ne de olsa insanın aklı yetmez.
Hayır, insanın aklı yetmez diye Yaratıcının her zaman var olduğuna inanılıyor ve sorgulanmıyor değil durum! Lütfen cevaplarımı oku ve önce Yaratıcının tanım gereği zamana bağlı yâni nedensellik ilkesi ile var olan yaratılmış bir varlık olmadığını anlaman gerekiyor. Evrenden ayrık ve bağımsız bir varlık olup evrende gözlemlenen kanun ve kuralları zaten Onun tasarladığı sonucuna varman gerekiyor. O, evrenden ayrık ve meta-fizik yâni fizik ötesi bir varlık olduğuna göre hiçbir fiziksel gözlemin hem olanaksız hem de mantıksız ve hatta gülünç olduğunu umarım anlayabilirsin. Sorgulamaya
Tanrı yaratılmamıştır demek sadece soruyu ötelemektir ve hiçbir işe yaramaz. Evrene Apeiron diyebilirsiniz fakat yaratılmış demeniz beraberinde bir sürü çelişki getirir.
"Tanrı yaratılmamıştır" demek, mantıksal bir zorunluluktur, aksi halde "Tanrı'yı yaratan var mıdır" şeklindeki kısır döngüden asla kurtulamazsınız. "Big Bang" dan haberiniz varsa evrenin başlangıç tekilliğinden yâni noktasal orijinden ortaya çıktığını bilmelisiniz. Sanırım kendiliğinden bir başlangıç olduğunu dolayısıyla evrenin kendiliğinden var olduğunu düşünüyorsunuz. Kaostan kozmos çıkması bu durumda şanslı bir tesadüf oluyor ve mükemmel bir fiziksel organizasyon tesadüfen meydana gelmiş oluyor düşüncesi size mâkul geliyor. Ama işte tam da bu kolaycılığı önlemek ve evrenin tesadüfen var olmadığını bildirmek için Yaratıcı devreye giriyor ve insanlara "O, herşeyi yarattı." "İnsanlar başı boş bırakılacaklarını mı zannediyorlar?" "Hanginizin faydalı işler yapacağını deneyerek göstermek için ölümü ve hayatı yaratan O'dur." gibi ayet denilen cümlelerini Kitabıyla bildiriyor ve evrendeki hayatı bir gün sona erdireceğini ve başka bir hayat başlatacağını bildiriyor. Buradaki hayatın bir tür oyun olduğunu ve kazananların Cennete, kaybedenlerin Cehenneme gideceğini bildiriyor. Düşünceniz doğruysa birşey kaybetmeyeceksiniz ve size göre cesediniz toprağa karışıp yok olacaksınız. Düşünceniz doğru değilse, Tanrının bildirdiği oyunu kaybetmiş sayılacaksınız ve asla görmek ve gitmek istemeyeceğiniz bir yerde sonsuza kadar kalacaksınız. Tercih sizin!
 
"Tanrı yaratılmamıştır" demek, mantıksal bir zorunluluktur, aksi halde "Tanrı'yı yaratan var mıdır" şeklindeki kısır döngüden asla kurtulamazsınız. "Big Bang" dan haberiniz varsa evrenin başlangıç tekilliğinden yâni noktasal orijinden ortaya çıktığını bilmelisiniz. Sanırım kendiliğinden bir başlangıç olduğunu dolayısıyla evrenin kendiliğinden var olduğunu düşünüyorsunuz. Kaostan kozmos çıkması bu durumda şanslı bir tesadüf oluyor ve mükemmel bir fiziksel organizasyon tesadüfen meydana gelmiş oluyor düşüncesi size mâkul geliyor. Ama işte tam da bu kolaycılığı önlemek ve evrenin tesadüfen var olmadığını bildirmek için Yaratıcı devreye giriyor ve insanlara "O, herşeyi yarattı." "İnsanlar başı boş bırakılacaklarını mı zannediyorlar?" "Hanginizin faydalı işler yapacağını deneyerek göstermek için ölümü ve hayatı yaratan O'dur." gibi ayet denilen cümlelerini Kitabıyla bildiriyor ve evrendeki hayatı bir gün sona erdireceğini ve başka bir hayat başlatacağını bildiriyor. Buradaki hayatın bir tür oyun olduğunu ve kazananların Cennete, kaybedenlerin Cehenneme gideceğini bildiriyor. Düşünceniz doğruysa birşey kaybetmeyeceksiniz ve size göre cesediniz toprağa karışıp yok olacaksınız. Düşünceniz doğru değilse, Tanrının bildirdiği oyunu kaybetmiş sayılacaksınız ve asla görmek ve gitmek istemeyeceğiniz bir yerde sonsuza kadar kalacaksınız. Tercih sizin!
Tanrı kavramı dediğim gibi bir sürü çelişki getiriyor, özellikle semavi dinlerdeki Tanrı kavramı. Big Bang veya daha öncesi hakkında bir bilgimiz olmaması Tanrı'nın varlığını da kanıtlamıyor. Tanrı gibi varlıkların kanıtlanması çok zordur ve kanıtlansa bile tek bir Tanrı mı var bilemeyiz. Sen Allah'a inanıp Cennete gideceğini düşünüyorsun, ya Allah değil de Zeus gerçek Tanrı çıkarsa? Senin bahsettiğin şey "Paskal Kumarı", ben inanırsam bir şey kaybetmem ama sen inanmazsan cehennemde yanarsın mantığı ile cennete gideceğini düşünüyorsan bence yanılıyorsun. Benim elimdeki olgu "ölünce toprak olmamız", senin elindeki olgu "ölünce ahirete gitmemiz", ölen insanlara baktığımda hepsi toprak oluyorlar ve asla geri dönmüyorlar. Kabul ettiğim gerçeklik budur, ölünce başka yere gideceğini düşünüyorsun fakat öldüğünden bile haberdar olamayacaksın. Ben kumar oynamıyorum kendi seçimimi yapıyorum, ne cennete ne cehenneme gitmek istiyorum, ben yok olmak istiyorum. Ölen insanlardan gördüğümüz kadarıyla hepsi yok oldular, burada değiller. Zaten Allah varsa benim nereye gideceğimi biliyordur ve kendisi istemiştir, yaratmadan önce bile benim ne yapacağımı ve nereye gideceğimi biliyordur, o istediği için cehenneme gitmiş olurum, kısacası cehennem için yaratılmış olurum. Tanrı varsa, kader ve özgür irade gibi kavramlar çok önemli bir yer taşıyor. Bizim özgür irademiz aslında yok, önümüzdeki iki seçenekten birisini seçiyoruz ve bunu Tanrı istemiş oluyor çünkü onun istemediği bir seçeneği seçemeyiz. Bana soracak olursan, dinlerle vakit kaybediyoruz. Bulunduğumuz toplumu daha iyi yerlere taşımak varken hala dinlerle uğraşıyoruz, sence senden çok üstün bir varlık yarattığı küçük şeylerle ilgilenir mi? Sen bir karıncayla bile ilgilenmiyorsun, koskoca Tanrı bizimle niye ilgilensin? Dinler insanların ihtiyaçları sonucunda uydurulmuştur, ne senin Allah'ın gerçek ne de başkasının Zeus'u. Aksini ne ben kanıtlayabilirim ne de sen, bu yüzden elimizdeki tek hayatta en iyi şekilde yaşamak varken boşver Allah'ı falan.
 
Beynin güzel yıkanmış
Ya senin beynin yıkandıysa ve hayatını tamamen yalan şeylere inanarak geçiriyorsan? Benim Müslüman olarak kaybedeceğim hiç bir şey yok fakat senin kaybedeceğin çok şey var. Her halükarda kendini haklı görüyorsun ve görmeye çalışıyorsun ki inanmayasın. Bir de demişsinki koskoca Allah niye bizimle ilgilensin. Emin ol ilgilenmeseydi ne güneş doğardı ne de batardı. Kainattaki düzenden bahsetmek istemiyorum, bilmen gerekiyor fakat sen düzensiz olduğunu savunursun şimdi 😀. Evet, Nur cemaatindenim ve nurculuk tarikat değildir. Ayrıca ben her şeyi sorguladım, araştırdım ve Müslüman oldum, körü körüne Müslüman değilim, olmadım yani. Her neyse arkadaşım, en iyisi sen kendi yolundan devam et bende kendi yolumdan. Vefat edince öğreneceğiz daha doğrusu öğreneceksin.
 
Son düzenleme:
Sayın yolcular, aşırı yüklenmeden dolayı örümcek ağıyla iletişiminiz kesildi.. Bir deneyimin, sistemin içindesiniz. Bu sistemin asıl parçası sizsiniz, burayı sizler düşlediniz. Düşlediğiniz düşte kendinizi çaresizliğe koydunuz, çünkü deneyimin bir parçasıydı. Hiçbir şey yaratılmadı, davet edildi.. Davet edilen kişi de birin parçası, yani her şey bir enerjinin ürünü.. Yani sizler kendinizi parçalayıp parçalayıp birleştirensiniz.. Her şey birdir, bir olandan gelir.. Bu dinlerden de bağımsız bir olgudur.. Bir olan ise sizlersiniz.. Bir insanın aynı anda 2 elle farklı işlem yaptığını düşünün.. İşte siz aynı zihnin birden fazla işi yaptığı gerçekliktesiniz.. Yani illüzyandasınız, kendinizden kopuksunuz ve oluşturulan bir gerçeklik sizin eseriniz.. Oluşum nerede biterse bitsin, başladığı yer olmak zorundadır.. Peki başlangıç kavramı neden saçma geliyor? Başlangıcın da bir başlangıcı olmak zorunda değil mi? Makineye fazla yüklenmeyin, çünkü yazılımınız ve kodlamanızın dışına çıkamıyorsunuz.. Geldiğiniz gerçekliği hissedemiyorsunuz, çünkü deneyim için bu gerekli.. Örümcek ağı da evrenin mistik alanını hissetmenize, her şeyle bir olduğunuzu anlamınıza neden olur.. Elon Musk'ın dediği gibi, bir simülasyondasınız.. Bu simülasyon hepinizin eseri, hepiniz aslında bir olana bağlısınız, o da kendinize..
 
Ya senin beynin yıkandıysa ve hayatını tamamen yalan şeylere inanarak geçiriyorsan? Benim Müslüman olarak kaybedeceğim hiç bir şey yok fakat senin kaybedeceğin çok şey var. Her halükarda kendini haklı görüyorsun ve görmeye çalışıyorsun ki inanmayasın. Bir de demişsinki koskoca Allah niye bizimle ilgilensin. Emin ol ilgilenmeseydi ne güneş doğardı ne de batardı. Kainattaki düzenden bahsetmek istemiyorum, bilmen gerekiyor fakat sen düzensiz olduğunu savunursun şimdi 😀. Evet, Nur cemaatindenim ayrıca ben her şeyi sorguladım, araştırdım ve Müslüman oldum, körü körüne Müslüman değilim, olmadım yani. Her neyse arkadaşım, en iyisi sen kendi yolundan devam et bende kendi yolumdan. Vefat edince öğreneceğiz daha doğrusu öğreneceksin.
Ben Ateistim, ben ne Tanrıya ne dinlere inanıyorum. "Müslüman olarak kaybedeceğim bir şey yok", buradaki önemli yer "Müslüman olarak". Müslümanlık sadece "inanıyorum" demek değil, sen bütün hayatını dine göre yaşıyorsun, din her şeyini belirliyor. (Ne giyeceğin, nasıl davranacağın, kiminle evleneceğin vs.) Her attığın adımda, her yaptığın seçimde üzerinde din var. Hayatında nasıl bir etkisi olacağını düşünmeden önce bile acaba dinime uygun mu diye düşünüyorsun. Benim üzerimde bunlar yok, ben kendi istediğim biçimde yaşarım, ahlakımı kendim belirlerim, üzerimde baskı hissetmem. Ben kendi seçtiğim hayatı yaşarım, sen ise dinin verdiği hayatı yaşarsın. Senin kaybettiğin şey, bir sefer geldiğin hayatı bir hiçe inanarak geçirmiş olman olur. İstediğin hayat yerine dininin verdiği hazır paketi seçmiş olursun, senin için en önemli şey ahiret olmuş olur. Kumar oynamış oluyorsun, kazanırsan ahirete gidiyorsun kaybedersen öldüğünün bile farkında olmamış oluyorsun. "Müslüman" olarak kaybın bir hayat oluyor. "Ateist" olarak bu hayatı istediğim gibi yaşarım ve bu hayatta bir kaybım olmaz, ahiret gerçek çıkarsa ben sonsuza kadar yanarım. (İnanmadığım için D: ) Burada ne kaybettiğini anlamış olursun umarım.

Ben kendimi haklı görmüyorum çünkü bu tartışmada kimse haklı çıkamaz. Metafiziksel bir varlığı kabul edip onun üzerinden bir tartışma yapıyoruz, burada kimse haklı çıkamaz.

Cemaatler ergenlik yaşındaki insanları yanlarına çekip bir topluluğa ait hissettiriyorlar, bir dava için savaşıyormuş gibi hissediyor o gençler. Bir konuyu anlatırken o kadar çok detaylandırıp o kadar çok terim kullanıyorlar ki karşısındaki insana kendisini cahil hissettiriyorlar, bu sayede o insan anlatılanı doğru kabul ediyor. Ard arda bir sürü argüman sunarak çok güzel şekilde beyin yıkıyorlar, Nur cemaati gibi cemaatler en tehlikeli olanları çünkü dini bilimle karıştırarak yaşı genç olanların sorgulamasını en aza çekiyorlar. Yukarıda dediğim gibi, bir konuyu birkaç cümle ile anlatmak varken yüzlerce cümle ile anlatıp karşısındaki kişinin aklını çelmeye çalışıyorlar. Bulunduğun tarikat gerçekten çok kötü. Risale-i Nur'da Atatürk için "küçük deccal" denildiği biliyor muydun? Nerede bulunduğundan haberin yok muhtemelen. Ben sana hidayete ermeni değil de o tarikattan bir önce kurtulmanı diliyorum, yazık oluyor gençliğe...
 

Geri
Yukarı