Bilimsel metod ile gelistirilmemis hic bir dusunce bilginin artmasina sebep olmaz. Felsefi bir tartismada taraflar bilimsel metodoloji izlemek zorunda degiller ki zaten yapamazlar, cogu dusunce deneyi kalibresinde kalir fikirlerin. Ortaya atilan arguman havuzunda bazi bilgiler dogrudur, bazilari yanlistir, bazilarinin dogrulugu hic bir zaman bilinemez; ancak yine nihai karari verecek olan bilimsel metodoloji ile bu analizlerin filtrelenmesi olacaktir. Dunyanin en guzel hit sarkilarinin ayni anda calinmasi gibidir felsefe, arada cok guzel parcalar da var ama o gurultude kaybolma egilimdedir. Onlari alip, secip ortaya koyan sey yine metodoloji olacaktir. "Basinc nedir" sorusunun uzerine kitap yazilabilir ve yazildigi tarihte eger bilimsel metodoloji izleniyorsa kesin sonuclar yayimlanacaktir. Zamanla bu sonuclar degisebilir ( zira kesin sonuc - sonucun kesinligi ayni sey degil ). Ama "Ahlak nedir" sorusu uzerine yazilacak kitap hic bir zaman kesin sonuc iceremez, sosyal bilimlerin problemi tam olarak buradadir. ( Bana gore problem tabi, baska birine gore buna bir guzellik de olabilir )
"Pozitivistler bilimi fizikte ve çeşitli dallarında uygulanan kural ve işlemlere indirgerler; meşru yöntemler olarak fizikten soyutladıkları ilkelerle uyum içinde olmayan her türlü teorik çabadan bilim adını esirgerler. Burada, tüm insan doğruluğunun bilim ve kültür olarak ikiye bölünmesinin de bir toplumsal ürün olduğu görülmelidir; bu bölünme, üniversitelerin örgütlenmesiyle ve bazı felsefi okulların, özellikle de Rickert ve Max Weber'in okullarının öne çıkmasıyla uç noktasına götürülmüştür. Pratik denilen dünyada doğruya yer yoktur, dolayısıyla doğru da bu dünyaya benzetilmek için bölünmektedir: fiziksel bilimlerde bir sözde nesnellik vardır, ama insani içerikleri boşaltılmıştır; kültür ve insan bilimleri insani içeriği korumaktadır, ama ancak ideoloji olarak, doğruluğu yitirmek pahasına korumaktadır. Kendileri böyle bir çabayı tamamıyla anlamsız bulsalar da, ilkelerini meşrulaştırma yollarını biraz kurcaladığımızda, pozitivistlerin dogmatizmi hemen açığa çıkar. Pozitivistler, Tomasçılar’ın ve pozitivist olmayan bütün öbür filozofların akıl dışı yöntemlerine, özellikle de deneyle denetlenemeyen sezgiye karşı çıkmaktadırlar. Buna karşılık, kendi kavrayışlarının bilimsel olduğunu, bilimi kavrayışlarının da bilimin gözlenmesine dayandığını öne sürmektedirler. Başka bir deyişle, bilim kendi nesnelerine nasıl deneysel olarak doğrulanabilir gözlemlerle yaklaşıyorsa, onlar da kendilerinin bilime öyle yaklaştığını iddia etmektedirler. Ama can alıcı soru şudur: eğer bilimin ve doğruluğun tanımı yine bilimsel doğruya ulaşma yöntemlerine dayanacaksa, bilimin ve doğruluğun ne olduğunu nasıl belirleyebiliriz? Bilimsel yöntemin haklılığını ve varlık nedenini yine bilimin gözlemlenmesi yoluyla elde etme çabalarında hep aynı kısır döngü görülür: gözlem ilkesinin kendisi nasıl aklanacaktır? Bir aklama istendiğinde neden gözlemin doğruluğun tek güvencesi olduğu sorulduğunda, pozitivistler yine gözlemi yardıma çağırırlar. Ama gözleri kapalıdır. Pozitivistler, araştırmanın makineyi andıran işleyişini, olgu toplama, doğrulama, sınıflandırma, vb. çarkını durdurup, bunların anlamı ve doğrulukla ilişkisi üzerinde düşünmek yerine, bilimin gözlemlerle hareket ettiğini tekrarlar ve işleyişini betimlerler. Kuşkusuz, işlerinin doğrulama ilkesini gerekçelendirmek ya da kanıtlamak olmadığını, sadece bilimsel terimlerle konuşmak istediklerini söyleyeceklerdir. Başka bir deyişle, kendi ilkelerini —doğrulanmadığı sürece hiçbir önermenin anlamlı olmadığı ilkesi— doğrulamayı reddetmekle, "petitio principii" (kanıtlanması gereken ilkeyi varsayım olarak kullanma) hatasına düşmektedirler."
Max Horkheimer - Akıl Tutulması
Güzel kitaptır, tavsiye ederim.