Türkiye'nin yaşadığı her krize, "Ama bu coğrafya zor," "tarihimiz farklı," "biz çok büyük millettik," "atalarımız yaptıysa vardır bir bildiği," "atalarımızın yolundan," diye başlayan o bilindik savunma kalkanıyla yaklaşmak, aslında en büyük sorunumuzun ta kendisidir. Biz, asırlardır süregelen ve bizi yorgun düşüren yönetim hatalarımızı doğuran o kültürü kutsallaştırdığımız sürece, asla gelişemeyeceğiz.
Bizim devlet yönetme sanatımız, tek bir kural üzerine kurulu: Devlet yanılmaz, halk hizaya gelir. İster Osmanlı'nın tek adamı olsun, ister Cumhuriyet'in tepeden inmeci bürokratları, isterse bugünün malum kişisi... Temeldeki inanç hep aynı kaldı: Bütün güç tek bir merkezde toplanacak, sorgulanmayacak ve bu kutsal yapı, bireyin haklarından ve hukukun kurallarından daha üstün tutulacak. İşte biz bu otoriter merkeziyetçilik zehrini tarihimizin en değerli mirası gibi başımızın üstünde tuttuğumuz sürece, ne bir ekonomik krizden kalıcı olarak çıkabiliriz ne de adaletin yerini bulduğu bir toplum kurabiliriz.
Çünkü liyakat yerine sadakati, kurallar yerine keyfiliği, şeffaflık yerine "devlet sırrını" esas alan o geleneğe tapındıkça, her yeni iktidar kaçınılmaz olarak otoriterleşecektir. Gelişme, o ezber bozulmadan, o demir yumruk kırılmadan bu coğrafyaya uğramayacak. Biz ya bu kadim tarihsel hataları göğsümüzde taşımaya devam edeceğiz ya da nihayet bireyi ve hukuku, devletten daha kutsal saymayı öğreneceğiz. Başka yolu yok.