193∞

KonuKilit

Decapat
Katılım
9 Ekim 2020
Mesajlar
163
Çözümler
1
Yer
BruhKöy
8 Kasım- son kez komaya girmeden önce: o günlerde Atatürk’ün canı enginar istemişti. Mevsimi olmadığı için Hasan rıza soyak, hatay’dan telefonla enginar sipariş etmişti. İkinci ponksiyonun (vücuttan iğneyle sıvı çekme) ertesi sabahı odasına girdiğimde bana sordu: Ben de kendisine enginar mevsimi olmadığı için hatay’a sipariş edildiğini ve bu günlerde geleceğini söyledim. Memnun oldu. Bu enginar yemeği Atatürk’ün yanında bulunduğum uzun yıllar içinde içten arzu ederek sipariş ettiği ilk ve son yemekti. Maalesef bunu yemek kendisine nasip olmadı.

9 Kasım akşamı- Atatürk komaya girmişti.

10 Kasım 09:05- Atatürk birdenbire gözlerini açtı. O güzel mavi gözlerini son olarak bize yöneltti. Ve hemen kapadı. Başını hemen eski durumuna getirdi. O güzel gözler artık ebediyen kapanmıştı.

10 Kasım 09:07- Atatürk'ü yalnız bırakmayıp onunla her çatışmaya giren salih bozok intihar etti. Atatürk'ün ölümü ona dayanılmaz geldi...

Mermi kalbini ıskaladı ve kendisi 1941’de öldü.

11 Kasım ölüm raporu- Atatürk’ün vefatı üzerine şu resmi ölüm raporu yayınlandı:
“Reisi cumhur Atatürk’ün umumi hallerindeki vehamet dün gece saat 24.00’te neşredilen tebliğden sonra her an artarak bugün sabah saat 9’u beş geçe büyük şefimiz derin bir koma içinde terk-i hayat etmiştir.” Sipariş edilen çok istediği enginar gelmişti, ancak yiyemeden gözlerini yumdu...

son günleri...

Hastalık, artık son aşamasındaydı.

Atatürk 29 Ekim'den 7 Kasım'a kadarki 10 günü yarı uyur, yarı uyanık vaziyette geçirdi. Genellikle kendinde değildi. Uyku arasında bazı kelimeleri belli belirsiz tekrar ediyor, ayıldıkça da süt, pirinç suyu ve meyve sularından oluşan mönüsüyle karnını doyurmaya çalışıyordu.

O günlerde canı enginar yemeği istedi. Fakat o zaman İstanbul'da enginar bulunmadığından Hatay'a ısmarlandı. Enginarlar geldiğinde o ölüm döşeğinde, derin bir uykudaydı.

Yemek kısmet olmadı.

5 Kasım cumartesi hafif kendine gelir gibi olunca başucundaki makbule hanım, afet hanım ve Sabiha hanım, ince, kemikli elini son kez öperek onunla vedalaştılar.

Karnındaki su iyice artmış ve göğsüne ve kalbine baskı yapmaya baslamıştı. Bu yüzden boğulur gibi oluyor, zor nefes alıyor, ıstırabı, yüzünden okunuyordu.

Sonunda 7 Kasım pazartesi sabahı arkaüstü yatarken tükürmeye basladı. Tükürüğünde kan vardı. Hemen doktorlar geldiler. Atatürk, Nihat reşat Belger'e:

"doktor" dedi, "karnımdan bu suyu çekmek zamanı geldi. Çünkü bu mayi benim nefesime dokunuyor. Soluk almamı güçleştiriyor. Bunu çekip alın."

Belger "emri devletinizi yarın ifa ederim" diyecek oldu. Çünkü su çekme işlemi öncesi kalbi takviye edecek önlemler almak istiyordu. Üstelik ilk üç ponksiyonu yapan mim Kemal öke sarayda değildi. Ama Atatürk'de dayanacak halde değildi:

"emrediyorum, bunu bugün çekin" dedi.

Bu, onun son buyruğuydu ve odadaki doktorların hiçbiri bu Emre direnemedi.

Hasan rıza soyak (genel sekreteri):

"Çaresiz kalan doktorlar hazırlık yapmak üzere odadan çıktıktan sonra kaşlarını çattı. Hiddetli bir sesle:

'niçin tereddüt ediyorlar? Olacak olur' dedi. Sonra da karnını işaret ederek:

'bu, insuportable'dır (dayanılmaz)' diye ekledi."

7 Kasım günü saat 12.20'de üçüncü ponksiyon başladı. Bu kez operasyonu mim Kemal öke yerine dr. Mehmet kâmil berk yapıyordu.

Dr. Nihat reşat belger (doktoru):

"Atatürk'su çekme esnasında suyun hepsinin çekilmesini ısrarla emrediyordu. Bizlere 'kaç litre var? Sayın' diyordu. Sayan bendim. Ve her yarım litreyi bir sayarak '12 litre' dedim. Hakikatte 6 litre su çekmiş bulunuyorduk."

Bu operasyondan sonra Atatürk'ün ateşi hafif yükseldi. Fakat rahatlamıştı. Aksam 20.00'den gece yarısına kadar sakin uyudu. Gece yarısı uyandı.

8 Kasım'a girilirken, kendini bilmiyordu.
Atatürk'ün "müsahade defteri"nden 7 Kasım'ı 8 Kasım'a bağlayan gece:

"Geceyarısı etrafındakileri tanımıyor. Saat 02.10'da uyanıyor. Bay rıdvan'ı çağırıyor, uyuyamadığından şikâyet ediyor:


"hayret monşer" diyor. Bir sigara istiyor, içiyor. Daha bu bitmeden ikinci bir sigara daha istiyor. Onun da yarısını içiyor.

Evvela:


"beni gezdir" diyor, sonra:

"beni sağ tarafıma yatır" diyor.

"ört... Ört..." diye emrediyor. Rıdvan çıkmak istiyor:

"nereye gidiyorsun? Off. Beni kaldır, belki bir şey olur" diyor. Yatırılıyor, uykuya dalıyor. 06.00'da uyanıyor. Süt veriliyor.

"denizde bir motor sesi var. Bu nedir?" diye soruyor ve tekrar uyuyor.

07.40'ta:


"rıdvan!" diye çağırıyor. Bir şey ister gibi bir jest yapıyor. Lakin istediğini ifade edemiyor. Nihayet çay istiyor.

Ördek getiriliyor. O esnada:


"beni kaldır" diye ısrar ediyor.

"Ördek var" deniyor.

"off... Off..." diyor, bir şey söylemek istiyor. Lakin kelimeleri bulamıyor.

Gözleri açık. Ama dalgın. Derece almıyor: 36, 5 deniyor. Bir şey söylemiyor. 08.20'de bay rıdvan giriyor. Sütlü çay getiriyor, istemediğini anlatmak istiyor. Sözleri bulamıyor. Başka bir şey istiyor, adını bulamıyor. Birçok maddelerin ismi söyleniyor. Nihayet poriçte duruyor. Saat 10.00'da verileceği söyleniyor."

Hasan rıza soyak (genel sekreteri):

"O gün gıda olarak saat 06.00'da altı kaşık sütlü kahve, 08.30'da beş kaşık sütlü çay, 11.00'de bir miktar yulaf unundan poriç, 13.00'te altı kaşık süt, 15.10'da biraz çorba ve 17.15'te dört kaşık elma suyu almıştı.
saat 18.35'te telefonla fenalaştığını bildirdiler. Telasla hususî daireye koştum. Yatak odasının iç içe olan iki kapısı arasındaki boşlukta kılıç Ali duruyordu. Odaya girdiğim zaman Atatürk yatağın ortasında oturmuş, iki elini yanlarına dayamış mütemadiyen öğürüyor ve:

'Allah kahretsin' diye söyleniyordu. Ara sıra da hizmetçilerin tuttukları tasa koyu kahverengi pıhtılaşmış kan çıkarıyordu.

"Nöbetçi doktor abravaya ile o sırada yetişen prof. Neşet Ömer irdelp kendisine yine bir taraftan bazı ilaçlar enjekte etmeye, bir taraftan da buz parçaları yutturmaya başladılar. Bir aralık sağında bulunan tuvalet masası üzerindeki saate baktı; herhalde iyi göremiyordu ki bana sordu:


'saat kaç?'​

'07.00 efendim.'

Aynı suali bir iki defa daha tekrar etti, aynı cevabı verdim. Biraz sükûnet bulunca yatağa yatırdık. Başucuna sokuldum:

'Biraz rahat ettiniz, değil mi efendim' diye sordum.


'evet...' dedi. Arkamdan neşet Ömer irdelp yanaşıp rica etti:

'Dilinizi çıkarır mısınız efendim?'

Dilini ancak yarısına kadar çıkardı. Dr. İrdelp tekrar seslendi:

'Lütfen biraz daha uzatınız.'

Nafile. Artık söyleneni anlamıyordu. Dilini uzatacağı yerde tekrar tamamen çekti. Başını biraz sağa çevirerek dr. İrdelp'e dikkatle baktı ve:


'aleykümselam' dedi.

Son sözü bu oldu."


8 Kasım salı aksamı saat 19.00'da, yani dördüncü ponksiyondan tam 30 saat sonra Atatürk son sözünü söyledi ve ikinci ağır komaya girdi.

Bu komadan bir daha çıkamayacaktı.

9 Kasım çarşamba sabahı Atatürk'te adale kasılmalarıyla istenç dışı hareketler ve inlemeler görüldü. Bunun üzerine bromürlü lavman yapıldı. Bu hareketler azaldı. Bir ara sık sık öksürdü. Terledi.

Öğle üzeri saat 11.00'den sonra 3 dakika süreyle oksijen verildi. 13.10'da bu, tekrarlandı. Bayar ve dr. Arar, saraya geldiklerinde karşılaştıkları manzara suydu:

dr. Asım İsmail arar (doktoru):

"Atatürk derin bir uyku içinde idi. Nefes alma ve kan deveranı faaliyetleri muntazamdı. Etrafındaki doktorlar son tıbbî vazifelerini yapmak için feragat ve gayretle çalışıyorlar ve her çareye başvuruyorlardı.
bu doktorlar, her iki saatte bir değişmek üzere ikişer ikişer nöbet bekliyorlar ve hastalığın seyrine ait müsahadeleri ve tatbik edilen tedbirleri ve ilaçları kayıt ederek vazifelerini kendilerinden sonra nöbete girecek olan arkadaşlarına terk ediyorlardı.

hastanın halini görünce her şeyin bitmiş olduğuna kani oldum. Yalnız bütün hayatı bitmez tükenmez mücadeleler ve Türk Vatan'ım kurtarmak için icabında katlandığı mahrumiyetler ve heyecanlar içinde geçen ve bir seneye yakın bir zamandan beri en ağır bir hastalığın pençesinde ıstırap çeken bu büyük adamın kalbi o kadar sükûn ve intizam içinde çalışıyordu ki, devam edip giden komaya rağmen artık önü alınması kabil olmayacak kötü akıbetin ne vakit gelip çatacağını tayin etmek mümkün olamıyordu.

akşama doğru Atatürk yeni bir komaya girdi. Gözbebekleri ışığa cevap verse de tabandan artık refleks alınamıyordu. Nefes borusundan hırıltılar işitilmeye başlandı. Başucundaki doktorlar müşahade defteri'ne 'agoni' diye not düştüler."

"Agoni", "can çekişme"
demekti.

9 Kasım - saat 20.00... Resmî tebliğ:

"Bugünü yorgun ve dalgın geçirdiler. Umumî ahvaldeki ciddiyet biraz daha ilerlemiştir."


Artık tıbbın yapabileceği bir şey kalmamıştı. Dr. Akil muhtar özden bu resmî tebliğin yayımlandığı saatlerde Atatürk'ün başucunda onun ölüm döşeğinin karakalem resmini çiziyordu.

9 Kasım - saat 24.00... Resmî tebliğ:

"Saat 20.00'den itibaren dalgınlık artmıştır. Umumî ahval vahamete doğru seyretmektedir."


Atatürk güpegündüz fani hayata veda edip gidiyor, herkes ellerini kavuşturmuş, büyük bir acz içinde duruyor, kimsenin elinden bir şey gelmiyordu.

9 Kasım'ı 10 Kasım'a bağlayan gece oldukça sıkıntılı geçti. Atatürk'e kısa aralıklarla oksijen verildi. Sabaha doğru boğazındaki hırıltılar azaldı.

Şafak doğarken sarayın dışında İstanbul, parlak ve güneşli bir sonbahar sabahına hazırlanıyordu. İçeride ise, kutsal nöbettekilerin içindeki son umut ışıkları sönmek üzereydi.

Saat 08.00'de dr. Mehmet kâmil berk ve dr. Nihat reşat belger Atatürk'e glikozlu serum verdiler. O sırada yüzünün daha da solduğu ve birden gırtlağından "hiii... Hiii..."diye sesler çıkarmaya başladığı görüldü.

Saat 09.00 olduğunda göğsü hızla inip çıkmaya başladı.

Dünyadaki son 5 dakikasına gözleri kapalı giriyordu.

Dışarıda bütün bir ulus, endişe içinde radyo basında bekliyordu.

Savarona, son bir saygı duruşu için dolmabahçe önüne demirlemişti.

İçeride saray tam bir sessizliğe gömülmüştü.

Odada başucunda Mehmet kâmil berk, bir elini karyolaya yaslamış, diğer elindeki ıslatılmış pamukla Atatürk'ün ağzına su vermeye çalışıyordu. Bu arada akan gözyaşları, ak bıyıklarını ıslatıyordu. Arada bir başını operatör mim Kemal öke'nin omzuna dayayıp, hıçkırıyordu. Ayakucunda üzüntüsünden sapsarı kesilmiş bir çehreyle prof. Dr. Süreyya hidayet serter ile dr. Abravaya Marmara'lı taban reflekslerini kontrol ediyorlardı.

Prof. Dr. Akil muhtar özden kendinden geçmiş, odanın içinde telaşlı adımlarla durmadan dolaşıyor; hem ağlıyor, hem de mütmadiyen:

"aman yarabbi..." diye mırıldanıyordu.

Muhafız komutanı İsmail hakkı tekçe ve genel sekreteri Hasan rıza soyak da yatağın sol tarafında ayakta bekleşiyorlardı uyuşmuş, donmuş gibiydiler.

Hizmetlilerden Mehmet mete, rıdvan gurari ve rıza tığlı ile binbir hanım bir kenara büzüşmüşlerdi.

Kılıç Ali ellerini kavuşturmuş, son saygı duruşundaydı:

kılıç Ali (silah arkadaşı):

"hayatına kastedilmemesi için icabında canımızı fedaya azmetmiş olduğumuz büyük Atatürk gözümüzün önünde güpegündüz fani hayata veda edip gidiyor, herkes ellerini kavuşturmuş, büyük bir acz içinde tazimkârane bir vaziyet almış duruyor ve kimsenin elinden bir şey yapmak gelmiyordu. Aman yarabbi... Adeta dehşet içindeydik.​

bir ara Hasan rıza dayanamadı, büyük bir teessür içinde bana:

'Kılıç bak, koca bir tarih göçüyor' dedi.


saat tam 9'u 5 geçiyordu."​

Hasan rıza soyak (genel sekreteri) :"Birdenbire gök mavisi gözleri açıldı ve sert bir hareketle başını sağa çevirdi. Ben de artık hıçkırıklarımı zapt edemedim. Diz çöktüm. Sağ elini ellerimin içine aldım. OPT'üm ve yüzüme sürdüm."

Soyak'ın ardından muhafız komutanı İsmail hakkı tekçe de aynı eli OPT'ü ve yorganın altına koydu. Bu arada prof. Dr. Mim Kemal öke Atatürk'ün açık gözlerini kapattı. Dr. Kâmil berk de "g. M. K." (Gazi Mustafa Kemal) markalı beyaz bir mendille çenesini bağladı.

salih bozok (yaveri):

"Hekimler büyük ölünün odasından çıktıkları zaman yüzüm kim bilir nasıl korkunç bir hal almıştı ki operatörü mim Kemal bey telaşlanarak:' Nereye gidiyorsun' diye sormaya mecbur oldu. 'Hiç' dedim, 'gidiyorum. Îşim bitti artık. 'Fakat mim Kemal bey bırakmadı. Kolumdan tutarak aşağı kadar indirdi. Kalbim, iki değirmen taşı arasına düşmüş bir buğday tanesi olsa ancak bu kadar ezilirdi. Ne ağlayabiliyor, ne konuşabiliyor, ne de konuşulanları anlıyordum. Bir ara büsbütün kendimden geçmişim. Odadan deli gibi fırladım.' Nereye?' Diye arkamdan koştular. 'Şimdi geliyorum' dedim. Bundan sonrasını hiç, ama hiç hatırlamıyorum."


Atatürk'ün yaveri salih bozok, şuursuzca sarayın merdivenlerinden aşağı koştu. Alt katta boş bulduğu bir odaya dalıp kapıyı kapattı. Az sonra içeriden tek el silah sesi duyuldu. Sesi duyup odaya koşanlar içeride onu kanlar içinde buldular. Tabancasından kalbine sıktığı bir kurşunla devrilmişti...

aramızdan ayrılışının 82. yılında onu özlem ve saygıyla anıyoruz...​


Türk milleti bir daha böyle insan göremeyecek...
Vatan sevgisi diye bir hastalığımız var. Allah şifa vermesin.
  • Benim naçiz vücudum, bir gün elbet toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti, ilelebet payidar kalacaktır.
 

Yeni konular

Geri
Yukarı