Tezini bitirmişti sonunda, mezun olacaktı. Dört yıllık üniversite hayatını nihayete erdirebilecekti. Ailesi gurur duyacaktı, hep duymuşlardı zaten. Tek çocuktu Yiğit. Bu sebeple ailesi son derece üstüne düşüyordu onun. Ailesinin bu yoğun ilgisini boşa çıkarmamış olacaktı. Mezun oluyordu, daha ötesi yoktu.
Bilgisayardan "print" butonuna bastı ve yazdırma işlemini beklemeye koyuldu. Evet, öğrenci evinde kalmasına rağmen bir yazıcısı vardı ve bunu bir popüler olma aracı olarak kullanıyordu. Arkadaşları fotokopicilerde kuyrukta beklemek yerine belgelerini Yiğit'e veriyorlar, Yiğit de memnuniyetle kabul ediyordu. Diğerleri ile konuşabilmesinin, arkadaşlık kurabilmesinin başka yolu yoktu. Tek çocuk olmasından dolayı el bebek gül bebek büyütülmüştü, sokakta koşmamıştı, oynamamıştı, hiç arkadaşı yoktu. İçine kapanık bir çocuktu Yiğit. Ailesinin bu konuda kendisine kötülük yaptığını düşünürdü hep.
Yazıcı, kağıtları yazdırmaya devam ediyordu. Yiğit, yazıcı işini bitirene kadar spor yapmaya karar verdi her gece yatmadan önce yaptığı gibi. Önce mutfağa gidip su koydu kendisine, spor yapmadan önce önemliydi bu. Su içerek vücudu spor yapmak için uygun hale getiriyordu.
Suyu tek yudumda içti. Odasına geçti. Ev iki oda bir salondu. Evde tek kalıyordu. Daha önce birlikte kaldığı arkadaşları olmuştu ama anlaşamayıp ayrılmışlardı. Yiğit temiz ve derli toplu biriydi, düzeni seviyordu. Zamanında aynı evi paylaştığı insanlar Yiğit'in tam tersi özelliklere sahip olunca anlaşmazlık olmuştu ister istemez.
Gözü ekrana kaydı, on beş sayfa yazdırılmıştı henüz. Daha elli iki sayfa vardı. Spora ısınma hareketleri ile başladı. Bir yandan hareketleri yapıyor, diğer yandan da gelecekteki vücudu gelişmiş Yiğit'i düşünüyordu; daha popüler, daha girişken, daha herşey... Evet, Yiğit'in spora başlaması ile yazıcı sahibi olmasının sebebi aynıydı; popülarite. Spor yapınca vücudu gelişecek, herkes tarafından kabul görecekti. Güzel hayallerdi bunlar, hem o kadar uzak da değillerdi.
Şınava geçti. Bir, iki, üç, dört, beş... Derken içeriden bir ses duydu Yiğit, ya da öyle sandı çünkü yazıcı az da olsa sesli çalışıyordu ve bu onu yanıltmış olabilirdi. Altı, yedi, sekiz, dokuz... Bu sefer ses biraz daha yakından geldi ve Yiğit bunun yazıcı olmadığına emindi. Sesi rüzgarın çıkardığını düşündü önce. Ama bu sesin rüzgarla alakası da yoktu sanki, başka birşeydi. Ancak Yiğit pek etkilenmedi çünkü inançsız biriydi ve öyle doğaüstü şeylere inanmıyordu. Onun için sadece görülebilen şeylerdi gerçek olan ve bu yüzden şınavını sürdürdü.
On, on bir, on iki... Ses odasının hemen dışından geldi bu kez. Yiğit dayanamadı kalktı, odasının kapısını açtı. Kimse yoktu. Hırsız olmasından şüphelenmişti ama aklı başına hiçbir hırsız saat 22.15'te herhangi bir eve girmezdi. Hiç çekinmeden diğer odaları da dolaştı tek tek, kontrol amaçlı. Ancak kimse yoktu. Camları kapattı yine de önlem olarak. İkinci kattaydı ama yine de içi rahat edecekti. Tam odasına girecekken mutfaktan metalik bir ses duydu. İrkildi. Sanki çatal ya da bıçak düşmüştü yere. Koridora geçti, sesin geldiği mutfağa doğru yöneldi, ışığı açtığı gibi yerde duran çatalları ve bıçakları gördü. Bu kadar şeyin yerde ne işi vardı ve nasıl olmuştu da bu kadar şey yere çok az ses çıkararak düşmüştü?
Eğildi toplamaya koyuldu, anlam veremedi bu olana. Realist bir insandı Yiğit, olasılıkları düşünmeye çalışıyor fakat hiçbir türlü fikir yürütemiyordu. Toplarken mutfağın ampulü patladı, karanlıkta kaldı. Evde kalan tek ışık kaynağı odasından gelen ışık idi. Yiğit başına gelen bu zincirleme talihsizliklere gülümsedi. Şaka gibiydi. Sanki birileri onunla dalga geçiyordu. En azından yerdeki çatal, bıçakları toplamak adına koridor lambasını yakmak için ayaklandı ancak yine bir ses duydu. Ama bu seferki metalik değil aksine gayet organik, insan sesiydi. “Yardım et” diyordu sanki. Dikkat kesildi, duymaya çalıştı fakat artan yazıcı sesi ona hiç yardımcı olmuyordu. Yazıcı adeta çıldırmış gibiydi, sesi arttıkça arttı zaman sanki hızlanmıştı şimdi. Yazıcı saniyede yüzlerce sayfa çıkarıyordu adeta. Gülüşmeler duydu, Yiğit’e gülüyorlardı. Bisikletten düşmüştü, sürememişti. Haftalarca alay konusu olmuştu, sokağa çıkamamıştı. Çok değil geçen hafta yine gülmüşlerdi ona; yemekhane çıkışında zemine dökülmüş çorba yüzünden yere kapaklanmıştı. Ne utanç vericiydi ama.
Yiğit, sesi beyninin oyunu olarak düşünüp, yazıcıyı kontrol etmek için odasına geçmeye karar verdi. Koridora ulaştığında koridor lambası da patladı. “Yok artık” diye söylendi Yiğit, bu kadar şanssızlık da fazlaydı.
“Yardım et”
Ses yaklaştı, yazıcı durdu, zaman durdu.
Yiğit hiç bu kadar irkilmemişti. Tüyleri diken diken olmuş, yerine mıhlanmıştı adeta. Hareket edemedi. Yutkundu.
Arkasından bir şey hissetti, bir el.
Ve ses artık bir nefes kadar yakındı ona.
“YARDIM ET!”
Bilgisayardan "print" butonuna bastı ve yazdırma işlemini beklemeye koyuldu. Evet, öğrenci evinde kalmasına rağmen bir yazıcısı vardı ve bunu bir popüler olma aracı olarak kullanıyordu. Arkadaşları fotokopicilerde kuyrukta beklemek yerine belgelerini Yiğit'e veriyorlar, Yiğit de memnuniyetle kabul ediyordu. Diğerleri ile konuşabilmesinin, arkadaşlık kurabilmesinin başka yolu yoktu. Tek çocuk olmasından dolayı el bebek gül bebek büyütülmüştü, sokakta koşmamıştı, oynamamıştı, hiç arkadaşı yoktu. İçine kapanık bir çocuktu Yiğit. Ailesinin bu konuda kendisine kötülük yaptığını düşünürdü hep.
Yazıcı, kağıtları yazdırmaya devam ediyordu. Yiğit, yazıcı işini bitirene kadar spor yapmaya karar verdi her gece yatmadan önce yaptığı gibi. Önce mutfağa gidip su koydu kendisine, spor yapmadan önce önemliydi bu. Su içerek vücudu spor yapmak için uygun hale getiriyordu.
Suyu tek yudumda içti. Odasına geçti. Ev iki oda bir salondu. Evde tek kalıyordu. Daha önce birlikte kaldığı arkadaşları olmuştu ama anlaşamayıp ayrılmışlardı. Yiğit temiz ve derli toplu biriydi, düzeni seviyordu. Zamanında aynı evi paylaştığı insanlar Yiğit'in tam tersi özelliklere sahip olunca anlaşmazlık olmuştu ister istemez.
Gözü ekrana kaydı, on beş sayfa yazdırılmıştı henüz. Daha elli iki sayfa vardı. Spora ısınma hareketleri ile başladı. Bir yandan hareketleri yapıyor, diğer yandan da gelecekteki vücudu gelişmiş Yiğit'i düşünüyordu; daha popüler, daha girişken, daha herşey... Evet, Yiğit'in spora başlaması ile yazıcı sahibi olmasının sebebi aynıydı; popülarite. Spor yapınca vücudu gelişecek, herkes tarafından kabul görecekti. Güzel hayallerdi bunlar, hem o kadar uzak da değillerdi.
Şınava geçti. Bir, iki, üç, dört, beş... Derken içeriden bir ses duydu Yiğit, ya da öyle sandı çünkü yazıcı az da olsa sesli çalışıyordu ve bu onu yanıltmış olabilirdi. Altı, yedi, sekiz, dokuz... Bu sefer ses biraz daha yakından geldi ve Yiğit bunun yazıcı olmadığına emindi. Sesi rüzgarın çıkardığını düşündü önce. Ama bu sesin rüzgarla alakası da yoktu sanki, başka birşeydi. Ancak Yiğit pek etkilenmedi çünkü inançsız biriydi ve öyle doğaüstü şeylere inanmıyordu. Onun için sadece görülebilen şeylerdi gerçek olan ve bu yüzden şınavını sürdürdü.
On, on bir, on iki... Ses odasının hemen dışından geldi bu kez. Yiğit dayanamadı kalktı, odasının kapısını açtı. Kimse yoktu. Hırsız olmasından şüphelenmişti ama aklı başına hiçbir hırsız saat 22.15'te herhangi bir eve girmezdi. Hiç çekinmeden diğer odaları da dolaştı tek tek, kontrol amaçlı. Ancak kimse yoktu. Camları kapattı yine de önlem olarak. İkinci kattaydı ama yine de içi rahat edecekti. Tam odasına girecekken mutfaktan metalik bir ses duydu. İrkildi. Sanki çatal ya da bıçak düşmüştü yere. Koridora geçti, sesin geldiği mutfağa doğru yöneldi, ışığı açtığı gibi yerde duran çatalları ve bıçakları gördü. Bu kadar şeyin yerde ne işi vardı ve nasıl olmuştu da bu kadar şey yere çok az ses çıkararak düşmüştü?
Eğildi toplamaya koyuldu, anlam veremedi bu olana. Realist bir insandı Yiğit, olasılıkları düşünmeye çalışıyor fakat hiçbir türlü fikir yürütemiyordu. Toplarken mutfağın ampulü patladı, karanlıkta kaldı. Evde kalan tek ışık kaynağı odasından gelen ışık idi. Yiğit başına gelen bu zincirleme talihsizliklere gülümsedi. Şaka gibiydi. Sanki birileri onunla dalga geçiyordu. En azından yerdeki çatal, bıçakları toplamak adına koridor lambasını yakmak için ayaklandı ancak yine bir ses duydu. Ama bu seferki metalik değil aksine gayet organik, insan sesiydi. “Yardım et” diyordu sanki. Dikkat kesildi, duymaya çalıştı fakat artan yazıcı sesi ona hiç yardımcı olmuyordu. Yazıcı adeta çıldırmış gibiydi, sesi arttıkça arttı zaman sanki hızlanmıştı şimdi. Yazıcı saniyede yüzlerce sayfa çıkarıyordu adeta. Gülüşmeler duydu, Yiğit’e gülüyorlardı. Bisikletten düşmüştü, sürememişti. Haftalarca alay konusu olmuştu, sokağa çıkamamıştı. Çok değil geçen hafta yine gülmüşlerdi ona; yemekhane çıkışında zemine dökülmüş çorba yüzünden yere kapaklanmıştı. Ne utanç vericiydi ama.
Yiğit, sesi beyninin oyunu olarak düşünüp, yazıcıyı kontrol etmek için odasına geçmeye karar verdi. Koridora ulaştığında koridor lambası da patladı. “Yok artık” diye söylendi Yiğit, bu kadar şanssızlık da fazlaydı.
“Yardım et”
Ses yaklaştı, yazıcı durdu, zaman durdu.
Yiğit hiç bu kadar irkilmemişti. Tüyleri diken diken olmuş, yerine mıhlanmıştı adeta. Hareket edemedi. Yutkundu.
Arkasından bir şey hissetti, bir el.
Ve ses artık bir nefes kadar yakındı ona.
“YARDIM ET!”
Tipik bir lise öğrencisiydi. Bu sabah da her hafta içi sabahında yaptığı gibi saat 6:45’te kalktı, duşa girdi. Sonra kahvaltı hazırlamak üzere mutfağa gitti. Kahvaltısını kendisi hazırlardı çünkü annesi o saatlerde uyuyor olurdu. Babası mı? Babası ise kalp krizi sonucu yaşamını yitirmişti yaklaşık 7 sene önce. Tabii ki çok üzülmüştü babasının bu zamansız ölümüne, daha 40’larının başındaydı.
Ekmeği aldı, bıçakla ortasından yardı ve fıstık ezmesini ekmeğin içine sürmeye başladı. Bıçakla fıstık ezmesi kavanozunun dibine iniyor ve ekmeğe sürüyordu. Derken ufak bir dikkatsizlik sonucu elini kesti. Olacak iş miydi bu. Okula yetişmeliydi. O sahte dostlukların, iki yüzlülerin cenneti olan okula. Hiç arkadaşı yoktu. Hayat ona anlamsız ve boş geliyordu. Herkes, her şey sahteydi.
Hemen banyoya koştu, elini güzelce yıkadı. Sonra ecza dolabından yara bandı aldı ve elinin kesik olan yerini yara bandıyla sardı. Tamam, şimdi giyinip okula gitmeliydi. Kravatını taktı, ceketini giydi, annesinin yanağına öpücük kondurmayı da ihmal etmedi. Her hafta içi sabahında yaptığı gibi…
Kendisini okuluna götürecek olan minibüse attı kendini, boş bir yere oturdu. Şaşırdı. Normalde tıka basa dolu olan minibüs, şimdi neredeyse bomboştu. Her sabah aynı kişileri görürdü minibüste. Ancak bu sefer tek tük insan vardı ve hiç birini tanımıyordu. 20 dakikalık süreden sonra okuluna geldi. Hayatında görüp görebileceği en sıkıcı mekan. Çıkış saatine kadar nasıl dayanacaktı, bilmiyordu.
Neyse ki bugün ne sınav ne de sözlü vardı. Günü, derslerde uyuyarak, teneffüslerde ise dışarıyı seyrederek geçirdi. Ve sonunda çıkış saati geldi. Sıkıcı hayatına evde devam etmek üzere minibüse bindi. Neyse ki bugün cumaydı yarın okul yoktu. Yolda akşam trafiği olması sebebiyle yarım saatte varabildi evine. Annesi işte olmalıydı. Hep öyle olurdu. Kendisi ise bu durumdan zerre haz etmezdi. Evde tek kalmaktan yani. Sık sık babasını görür gibi oluyordu. Korkuyordu haliyle. Belki de babasının ölümünü hala haz edemiyordu. Bilinçaltı da ona böyle oyunlar oynuyordu. Anahtarı anahtar deliğine soktu. İçeriye girmeden önce elini içeri sokup koridor lambasını yaktı, içeriye öyle girdi. Kapıyı da kilitledi. Evet, tahmin ettiği gibi evde kimse yoktu. Tek başınaydı. Her hafta içi olduğu gibi…
Kafasını dağıtmak için televizyonu açtı izlemeye koyuldu. Hayat tüm sahteliğiyle orada da devam ediyordu. Sahte insanlar, kendilerine oynaması için belli bir rol biçilmiş karakterler… Derken kapı önce tıklandı, sonra anahtarla açıldı. Gelen annesi olmalıydı. Ancak bu sefer erken gelmişti. Demek ki işi bugün erken bitmişti. İşi daha önce hiç erken bitmemişti. İşi erken bitirilebilecek bir iş de değildi aslında. Çünkü sabit çalışma saatleri vardı. Garip.
Annesi gelir gelmez banyoya girdi. İçeriden su sesi geliyordu. Duş alıyor olmalıydı. İşte öylesine yorulmuş olmalıydı ki oğlunu öpmeyi, oğluna okulunun nasıl geçtiğini sormayı unutmuştu. Kafasını yeniden televizyona doğru çevirdi. Gariplikleri düşünmemeye çalıştı. Televizyona, sadece televizyona konsantre olmayı denedi. Başaramadı. İyi şeyler düşünmek için çabaladı. Daha iyi bir hayat, güzel bir eş, getirisi iyi bir iş… Bunları düşünmek güzeldi ama bir anda kayboluverdi bütün düşündükleri. Annesi neden erken gelmişti? Neden bir merhaba bir selam bile vermeden banyoya girmişti? Derken televizyonun yayını gitti, karıncalanmaya başladı. Cızırtıdan başka ses vermiyordu televizyon. Ancak cızırtı seslerinin arasından bir cümle tekrar ediyordu sanki. Dikkat kesildi, dinlemeye başladı. “Telefonu dinleme! Sakın telefona inanma!” Evet evet! Aynen böyle diyordu. Fısıltı gibiydi ses. Sonra yayın tekrar düzeldi. Bunun anlamı da neydi şimdi? Sadece bir halisünasyon muydu? Emin değildi aslında. Sonra bir “bip” sesi duydu. Olduğu yerde sıçradı adeta. Sonra bu sesin telefondan geldiğini anladı. Telesekreterin sesiydi. Anlaşılan bir mesaj vardı. Telefonun düğmesine bastı ve mesajı dinlemeye koyuldu: “Bu gece geç geleceğim, işler biraz uzadı ben de mesaiye kalmaya karar verdim. Dolapta yemek var, ısıtıp yersin. Bu arada numaram çıkmamış olabilir. Ben annen” O son cümle kulaklarında, beyninde yüzlerce defa art arda tekrarlandı. “Ben annen” Telesekreterin bitişiyle birlikte, duştaki su sesi de kesildi. Şimdi beyni uyuşmuştu. Olduğu yerde kilitlendi kaldı adeta. Kafasında tek bir soru vardı: “Banyodaki kim?”
Korkudan eli ayağı titreye titreye odasına ulaştı, odasının anahtarını aldı masadan, sonra anahtar titreyen ellerinin arasından kayıverdi. Bu sırada banyonun kapısının da kapanış sesini duydu. Gözyaşlarını tutamadı, ağlamaya başladı. Tüm bunların anlamı neydi? Neden başına böyle bir şey geliyordu? Ağlayarak güç bela da olsa kapıyı kilitleyebildi. Derken dışarıdan bir ses duydu. “Oğlum gel yemek hazır.” Sesin tonlaması yoktu ve çok soğuktu. Annesinin sesinden de çok kalındı. Gölge geldi kapının kolunu kavradı açmaya çalıştı ancak açamadı.
“BEN ANNEN”
Korkudan yere yığıldı. Yatağının hemen yanındaki makası aldı. Karar verdi, dışarıdaki şey her ne ise ona karşı duracaktı, onu haklayacaktı. Bunu yapmazsa içi rahat etmeyecekti. Sabahı bile göremeyebilirdi. O yüzden tüm cesaretini toplayıp korkularıyla yüzleşmeliydi. Kapı deliğine yaklaştı yavaşça. İçeriyi gözetledi, görünürde kimse yoktu. Belki de hepsi bilinçaltının ürünüydü. Biraz olsun rahatladı. Kapının kilidini sessizce açtı, kapıyı yavaşça araladı ve rahatlığın yerini yine korku aldı. İşte oradaydı. Annesi tam buzdolabının önünde dikiliyordu. Yüzü dolaba dönüktü. Donup kalmış gibiydi adeta. Çocuk tekrar cesaretini topladı, makasını iyice kavradı. Yavaşça o şeye doğru yöneldi. Annesi “neden yemeğe gelmedin” diye sordu. Çocuk artık buna bir son vermek için makası tüm kuvvetiyle savurdu. Gözlerini kapadı sadece makası savurdu. Gözünün önüne korkunç yüzler, babasının öldükten sonraki hali geliyordu. Sahi ne kadar da üzülmüştü o gittiğinde, kendisini yalnız bıraktığında.
“BEN ANNEN”
Gözünü açtığında karşısında hiçbir şey yoktu ancak elleri kan içerisinde kalmıştı. “Acaba rüya mı gördüm” diye düşündü ve ellerinde yara var mı diye baktı. Ancak yara falan yoktu. Öyleyse bunlar kimin kanıydı? Derken etraf karardı, beyaz bir ışık yerine yemyeşil bir vadi gördü. Tıpkı annesinin gözleri gibi…
Sabah uyandığında kendini kendi yatağında buldu. Hemen yatağından fırladı ve yatak odasına koştu. Evet annesi orada yatıyordu. O anki sevincini tarif edemezdi asla. Annesine doğru koştu doyasıya öptü onu. Sonra odasına döndü bugün cumartesiydi ve bütün gün yatacaktı. Dünkü kabusu unutacaktı, dışarıda gezip dolaşacaktı belki de. Bilmiyordu. Takvime ilişti gözü. Takvim cumayı gösteriyordu. Takvim yaprağını yırtmayı unutmuştu anlaşılan. Saatin tarihine de bakıp emin olmak istedi. Ancak saat de cumayı gösteriyordu. Üstelik saat tam 6:45’ti. İşte bu garipti. Hayır hayır dün yaşanmış ve bitmişti. Tüm bunları tekrar yaşamaya ne gücü ne kuvveti vardı. Hem neden tekrar yaşayacaktı ki. Cumartesiydi işte bugün. Derken acıktığını hissetti. Dün akşam yemeği yememişti. O durumda kim yemeği düşünürdü ki cidden? Fıstık ezmesi kavanozunu aldı. Bıçakla, ekmeği de yardı ortadan ikiye. Sonra bıçağı kavanozun dibine daldırdı, çıkarmaya çalışırken elini kesti…
Ekmeği aldı, bıçakla ortasından yardı ve fıstık ezmesini ekmeğin içine sürmeye başladı. Bıçakla fıstık ezmesi kavanozunun dibine iniyor ve ekmeğe sürüyordu. Derken ufak bir dikkatsizlik sonucu elini kesti. Olacak iş miydi bu. Okula yetişmeliydi. O sahte dostlukların, iki yüzlülerin cenneti olan okula. Hiç arkadaşı yoktu. Hayat ona anlamsız ve boş geliyordu. Herkes, her şey sahteydi.
Hemen banyoya koştu, elini güzelce yıkadı. Sonra ecza dolabından yara bandı aldı ve elinin kesik olan yerini yara bandıyla sardı. Tamam, şimdi giyinip okula gitmeliydi. Kravatını taktı, ceketini giydi, annesinin yanağına öpücük kondurmayı da ihmal etmedi. Her hafta içi sabahında yaptığı gibi…
Kendisini okuluna götürecek olan minibüse attı kendini, boş bir yere oturdu. Şaşırdı. Normalde tıka basa dolu olan minibüs, şimdi neredeyse bomboştu. Her sabah aynı kişileri görürdü minibüste. Ancak bu sefer tek tük insan vardı ve hiç birini tanımıyordu. 20 dakikalık süreden sonra okuluna geldi. Hayatında görüp görebileceği en sıkıcı mekan. Çıkış saatine kadar nasıl dayanacaktı, bilmiyordu.
Neyse ki bugün ne sınav ne de sözlü vardı. Günü, derslerde uyuyarak, teneffüslerde ise dışarıyı seyrederek geçirdi. Ve sonunda çıkış saati geldi. Sıkıcı hayatına evde devam etmek üzere minibüse bindi. Neyse ki bugün cumaydı yarın okul yoktu. Yolda akşam trafiği olması sebebiyle yarım saatte varabildi evine. Annesi işte olmalıydı. Hep öyle olurdu. Kendisi ise bu durumdan zerre haz etmezdi. Evde tek kalmaktan yani. Sık sık babasını görür gibi oluyordu. Korkuyordu haliyle. Belki de babasının ölümünü hala haz edemiyordu. Bilinçaltı da ona böyle oyunlar oynuyordu. Anahtarı anahtar deliğine soktu. İçeriye girmeden önce elini içeri sokup koridor lambasını yaktı, içeriye öyle girdi. Kapıyı da kilitledi. Evet, tahmin ettiği gibi evde kimse yoktu. Tek başınaydı. Her hafta içi olduğu gibi…
Kafasını dağıtmak için televizyonu açtı izlemeye koyuldu. Hayat tüm sahteliğiyle orada da devam ediyordu. Sahte insanlar, kendilerine oynaması için belli bir rol biçilmiş karakterler… Derken kapı önce tıklandı, sonra anahtarla açıldı. Gelen annesi olmalıydı. Ancak bu sefer erken gelmişti. Demek ki işi bugün erken bitmişti. İşi daha önce hiç erken bitmemişti. İşi erken bitirilebilecek bir iş de değildi aslında. Çünkü sabit çalışma saatleri vardı. Garip.
Annesi gelir gelmez banyoya girdi. İçeriden su sesi geliyordu. Duş alıyor olmalıydı. İşte öylesine yorulmuş olmalıydı ki oğlunu öpmeyi, oğluna okulunun nasıl geçtiğini sormayı unutmuştu. Kafasını yeniden televizyona doğru çevirdi. Gariplikleri düşünmemeye çalıştı. Televizyona, sadece televizyona konsantre olmayı denedi. Başaramadı. İyi şeyler düşünmek için çabaladı. Daha iyi bir hayat, güzel bir eş, getirisi iyi bir iş… Bunları düşünmek güzeldi ama bir anda kayboluverdi bütün düşündükleri. Annesi neden erken gelmişti? Neden bir merhaba bir selam bile vermeden banyoya girmişti? Derken televizyonun yayını gitti, karıncalanmaya başladı. Cızırtıdan başka ses vermiyordu televizyon. Ancak cızırtı seslerinin arasından bir cümle tekrar ediyordu sanki. Dikkat kesildi, dinlemeye başladı. “Telefonu dinleme! Sakın telefona inanma!” Evet evet! Aynen böyle diyordu. Fısıltı gibiydi ses. Sonra yayın tekrar düzeldi. Bunun anlamı da neydi şimdi? Sadece bir halisünasyon muydu? Emin değildi aslında. Sonra bir “bip” sesi duydu. Olduğu yerde sıçradı adeta. Sonra bu sesin telefondan geldiğini anladı. Telesekreterin sesiydi. Anlaşılan bir mesaj vardı. Telefonun düğmesine bastı ve mesajı dinlemeye koyuldu: “Bu gece geç geleceğim, işler biraz uzadı ben de mesaiye kalmaya karar verdim. Dolapta yemek var, ısıtıp yersin. Bu arada numaram çıkmamış olabilir. Ben annen” O son cümle kulaklarında, beyninde yüzlerce defa art arda tekrarlandı. “Ben annen” Telesekreterin bitişiyle birlikte, duştaki su sesi de kesildi. Şimdi beyni uyuşmuştu. Olduğu yerde kilitlendi kaldı adeta. Kafasında tek bir soru vardı: “Banyodaki kim?”
Korkudan eli ayağı titreye titreye odasına ulaştı, odasının anahtarını aldı masadan, sonra anahtar titreyen ellerinin arasından kayıverdi. Bu sırada banyonun kapısının da kapanış sesini duydu. Gözyaşlarını tutamadı, ağlamaya başladı. Tüm bunların anlamı neydi? Neden başına böyle bir şey geliyordu? Ağlayarak güç bela da olsa kapıyı kilitleyebildi. Derken dışarıdan bir ses duydu. “Oğlum gel yemek hazır.” Sesin tonlaması yoktu ve çok soğuktu. Annesinin sesinden de çok kalındı. Gölge geldi kapının kolunu kavradı açmaya çalıştı ancak açamadı.
“BEN ANNEN”
Korkudan yere yığıldı. Yatağının hemen yanındaki makası aldı. Karar verdi, dışarıdaki şey her ne ise ona karşı duracaktı, onu haklayacaktı. Bunu yapmazsa içi rahat etmeyecekti. Sabahı bile göremeyebilirdi. O yüzden tüm cesaretini toplayıp korkularıyla yüzleşmeliydi. Kapı deliğine yaklaştı yavaşça. İçeriyi gözetledi, görünürde kimse yoktu. Belki de hepsi bilinçaltının ürünüydü. Biraz olsun rahatladı. Kapının kilidini sessizce açtı, kapıyı yavaşça araladı ve rahatlığın yerini yine korku aldı. İşte oradaydı. Annesi tam buzdolabının önünde dikiliyordu. Yüzü dolaba dönüktü. Donup kalmış gibiydi adeta. Çocuk tekrar cesaretini topladı, makasını iyice kavradı. Yavaşça o şeye doğru yöneldi. Annesi “neden yemeğe gelmedin” diye sordu. Çocuk artık buna bir son vermek için makası tüm kuvvetiyle savurdu. Gözlerini kapadı sadece makası savurdu. Gözünün önüne korkunç yüzler, babasının öldükten sonraki hali geliyordu. Sahi ne kadar da üzülmüştü o gittiğinde, kendisini yalnız bıraktığında.
“BEN ANNEN”
Gözünü açtığında karşısında hiçbir şey yoktu ancak elleri kan içerisinde kalmıştı. “Acaba rüya mı gördüm” diye düşündü ve ellerinde yara var mı diye baktı. Ancak yara falan yoktu. Öyleyse bunlar kimin kanıydı? Derken etraf karardı, beyaz bir ışık yerine yemyeşil bir vadi gördü. Tıpkı annesinin gözleri gibi…
Sabah uyandığında kendini kendi yatağında buldu. Hemen yatağından fırladı ve yatak odasına koştu. Evet annesi orada yatıyordu. O anki sevincini tarif edemezdi asla. Annesine doğru koştu doyasıya öptü onu. Sonra odasına döndü bugün cumartesiydi ve bütün gün yatacaktı. Dünkü kabusu unutacaktı, dışarıda gezip dolaşacaktı belki de. Bilmiyordu. Takvime ilişti gözü. Takvim cumayı gösteriyordu. Takvim yaprağını yırtmayı unutmuştu anlaşılan. Saatin tarihine de bakıp emin olmak istedi. Ancak saat de cumayı gösteriyordu. Üstelik saat tam 6:45’ti. İşte bu garipti. Hayır hayır dün yaşanmış ve bitmişti. Tüm bunları tekrar yaşamaya ne gücü ne kuvveti vardı. Hem neden tekrar yaşayacaktı ki. Cumartesiydi işte bugün. Derken acıktığını hissetti. Dün akşam yemeği yememişti. O durumda kim yemeği düşünürdü ki cidden? Fıstık ezmesi kavanozunu aldı. Bıçakla, ekmeği de yardı ortadan ikiye. Sonra bıçağı kavanozun dibine daldırdı, çıkarmaya çalışırken elini kesti…
Eleştiri için çok teşekkürler.