Öbür dünya var mı?

Durum
Mesaj gönderimine kapalı.
Verdiğiniz örnek çok açıklayıcı, bizden daha üstün bir varlık olabilir ve bizi inceleyip kontrol ediyor olabilir fakat bu onu tanrı yapmaz tıpkı bizi yapmadığı gibi. Böyle varlıkları düşününce geleneksel mitolojilerdeki tanrı figürlerinin insanlar tarafından uydurulduğunu anlamak daha kolay oluyor.
Elbette öyle. Önceden bir çok din (örneğin Yunan mitolojisi) zamanının kesinlikle su götürmez doğrularıydı. Şu anda İslam, Hristiyanlık, Musevilik, Hinduizm vb. bilimum din nasıl inananları tarafından ''Gerçek din budur'' denilerek savunuluyorsa, eski dinler de bu şekildeydi. Bugün birisi Yunan tanrılarına inandığını söylese, saygı duymak bir kenara, hepimiz dalga geçeriz. Bundan 1000 yıl sonra yukarıda saydığım dinlerin de böyle olmayacağını kimse kanıtlayamaz. Bu yüzden din kavramının insanın psikolojik ihtiyaçları doğrultusunda oluşturulduğunu bilmeli ve buna göre davranmalıyız. En azından benim görüşüm bu yönde.
 
Bence yok. Toprak olup gideceğiz tıpkı milyarlarca yıldır insanlara olduğu gibi.
 
Sizce ölüm sonrası yaşam var mı?

Bu kadar kainat, evren sen 60-70 yıl yaşayıp sonra toprak ol diye yaratılmamıştır. Anne karnındaki bebeklere sorsan dışarıda hayat yoktur. Ama asıl hayat dışarıdadır. Aynen öyle aslında gerçek yaşam ahirette sonsuz olarak vardır. Biz şimdi anne karnındaki bebek gibi dünya hayatını yaşıyoruz.
 
Biz insanlar için yaratıldığına nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz ki?
Ego ve egomuzu besleyen düşünebilme yetimiz. Egosu yüzünden kabullenemiyor kendisinin bir önemi olmadığını. Her şey onun için (insanlar için demek istiyorum) yaratıldı, o boşu boşuna bu dünyaya gelmiş olamaz, onun mutlaka bir amacı vardır ve bu kutsaldır. İnsan egosuna ters bunları reddetmek. Önemli olan egonu terbiye edip yaşadığın dünyayı keşfetmek ve anlamak. İnsanlar nasıl var olmuşlar, insanların tarihi, insanların anatomisi; dünya nasıl işliyor, yapısı nasıl? Bunları sorar insan kendi içinde ve bir cevap arar. Kimisi ailesinin dinini kabullenir ve anlatılan hikayeleri dinler, kimisi araştırır ve sorgular ve bu sorgu ömrünün sonuna kadar devam eder. Bundan 100 sene önce yaşayan insanların ne tarihe erişimi vardı, ne coğrafya ne de biyolojiye. İnsanlar aileleri ne anlattıysa inandılar çünkü çevreleri de öyleydi, bir kutsal belirlenmiş ve herkes onu koruyup hayatlarını yaşayıp ölüyorlar. Biyolojik 2 amacını yerine getirip ölüyorlardı tıpkı hayvanlar gibi. Günümüze baktığımızda istediğin tarihi olay ilgili bir sürü kaynak mevcut, oku veya araştır öğren. İnsanların çoğu ailelerinin kutsallarını ölümüne savunuyorlar çünkü bir topluluğa ait hissetmek istiyorlar, yaşamalarının şans eseri ve bir önemi olmadığı gerçeğini kabul etmek istemiyorlar. Öldüğünün bile farkında olmayacak insanlar burada öbür dünya anlatıyor. Anlatsınlar, önceden üzülürdüm böyle insanlara; "ya baksana adamın ömrüne yazık, böyle ot gibi yaşayıp ölecek" derdim kendi içimden fakat artık demiyorum. Böyle bir konunun açılması bile saçmalık bana kalırsa. Anket açsın direkt oylayalım. (Öbür dünya var mı? 1- Evet var. (Dini inancım yüzünden evet diyorum.) 2- Bilemeyiz çünkü daha ölmedik. (Kararsız.) 3- Hayır yok. (Burada %100 bir hayır kararı alırsak bu bizim inancımız olmuş oluyor çünkü aksini ispatlayamayız. Hayır yok derken her zaman %1 ihtimal bırakılmalı çünkü bu konu hakkında bilgimiz yok. Ben inançsız birisi olmama rağmen açık kapı bırakıyorum. Açık kapı bırakmazsam evet diyen dogmatik insanlardan farkım olmaz. Olasılık veya ihtimal her zaman var.)
 
Böyle düşünüldüğü zaman biz de karıncaların gözünde tanrı oluyoruz.
Örnek vermek için söylüyorum;
İnsanlar olarak bir karıncanın sahip olabileceği her şeyi biliyoruz. DNA, iletişim, davranış biçimi, sürü psikolojisi. Her şeyi. Öyle ki karıncaların günlük hayatta ne yaptığı bilim adamlarından başka çok çok az insanı ilgilendirir. Peki karıncalara göre bu kadar üstün olmamız bizi tanrı mı yapıyor? Hayır. Karıncaların anlayamadığı birçok şeyi, bilimi, sanatı, fiziği anlayabiliyoruz. Fakat bu bizi tanrı yapmıyor. Aksine bilgimiz arttıkça acizliğimizi görüyoruz. Peki bizden üst boyutta olan varlık(lar) da bu şekildeyse? Bizi biliyor, görüyor, yeri geldiğinde inceliyor ve bizden çok üstünlerse? Bu da onları tanrı yapmaz. Tüm boyutlardan üstün, hepsini yönetiyor dediğimiz tanrı belki de "başkan" tarzı bir şeyden fazlası değildir? En fazla boyutlar arasındaki fiziksel dengeyi korumakla yükümlü bir varlıktır. Veya en büyük görevi ölen insanları iyi - kötü davranışlarına göre çok merhametli olduğunu iddia etmesine rağmen cehennemde yakmak değil de genel olarak boyutların düzgün çalışmasını sağlamaktır. Bunu bilemeyiz. Bana kalırsa hepimiz doğmadan önce neydiysek, öldükten sonra da o olacağız.
"Ölümden sonraki yaşam" dinlerin getirdiği romantik bir olgudan başka bir şey değil bana kalırsa.

Karınca örneği ile vermek istediğiniz mesajı anladım. Sanırım kendimi iyi ifade edememişim, benim hatam.

Öncelikle biraz hayal gücümüzü kullanacağız. Öyle bir şey yok ama 1. boyutta yaşayan bir canlıyı düşünelim. Sizce ne gibi yetenekleri olurdu? Hayal bile edemiyoruz. Bizden o kadar eksik ki bir fikrimiz bile olamıyor, sadece nokta diyebiliyoruz. Bu deneyimi 3. boyutta yaşıyoruz. Yani 1. boyuttaki nokta aslında var olmayan bir nokta... Her neyse.
1. boyuttan sonra gelen 2 boyutta neler kazanılabildiğini biliyoruz. 2. boyutta varsayımsal olarak sonsuz doğrular çizebiliyoruz mesela. 3. boyutta hayat var olabiliyor. Hayat hafife alınacak bir gelişme değil.

Anlatmak istediğim şey şu; eğer iki fiziksel boyutun getirebildiği bu kadar çok şey varsa, diğerlerinin getirebileceği şeylerin kısıtlı olacağından hiçbir zaman emin olamayız. Diğer boyutları hayal bile edemiyoruz. 3. boyuttaki deneyimlerimizle elde edilen bilgilerle diğer boyutların 3. boyuta benzediğini düşünemeyiz. Bizler 3. boyutta var olabilen yaşam formlarıyız. Ve beynimiz sadece 3 boyutlu düşünebilme yeteneğine sahip.

3. boyuttan sonra gelen her boyuttaki varlıklar teorik olarak bizimkinden milyarlarca kat daha karmaşık yapılara sahip olabilir. Mesela uzuvlarından plazma ışınları saçan varlıklar? Ya da ölen canlıları eski zihinleriyle diriltebilenler? Işıktan hızlı hareket edenler? Yer değiştirmek için yürümek zorunda olmayanlar? Kas ve diğer dokuları bile bizimkilerden inanılmaz derecede farklı olabilir. Belki de plazma ışınları saçacak uzuvları bile yoktur, kim bilir.

Sadece 4. boyuttan bir varlık bile 3. boyuttaki herhangi bir varlık için tanrı olabilir. Bizden ne kadar değişik yapıda olduklarını, ne gibi yetenekleri olabileceğini bile bilemiyoruz. Bu sadece 4. boyut için böyle değil. Aynı durum 4 ve 5. boyutlar arasında da geçerli olacaktır. 5. boyuttaki bir varlık, 4. boyuttaki bir varlık için anlaşılması imkansız olacaktır.

Bunun gibi kaç tane boyut olduğunu bile bilmiyoruz. Tanrı dediğimiz doğa üstü güçlere sahip varlık, belki bu boyutların birinde var olabiliyordur.

Ayrıca boyutları deneyimleyememe konusunda "biz kendimizden aşağıdaki boyutları deneyimleyemiyorsak, bizim boyutumuzun üzerindeki boyutta varlıklar varsa onlar da bizi deneyimleyemezler" şeklinde bir yorum yapamayız. Çünkü deneyimleyememe sorunu yaşayanlar 3. boyuta kadar olan varlıklardır. 3. boyutta ilk defa hayat başladığı gibi diğer boyutların birinde, kendi boyutundan önce gelen boyutları deneyimleyebilenler ilk defa var olabiliyordur. Belki...
 
Öbür taraf var ve hak eden hak ettiği yere gidecektir. Birçok dini inanca göre böyle zaten.
 
Kardeşim, Kuran tefsiri olan Risale-i Nur da Ahiret basit ve açık bir tarzda ispat edilmiş. Dili biraz ağırdır, Osmanlı türkçesi ile yazılmıştır (1920 senelerinde).

Bir zaman iki adam Cennet gibi güzel bir memlekete (şu dünyaya işarettir) gidiyorlar. Bakarlar ki, herkes ev, hane, dükkân kapılarını açık bırakıp muhafazasına dikkat etmiyorlar. Mal ve para meydanda, sahipsiz kalır. O adamlardan birisi, her istediği şeye elini uzatıp ya çalıyor, ya gasp ediyor. Hevesine tebaiyet edip her nevi zulmü, sefaheti irtikâp ediyor. Ahali de ona çok ilişmiyorlar. Diğer arkadaşı ona dedi ki:



“Ne yapıyorsun? Ceza çekeceksin; beni de belâya sokacaksın. Bu mallar mîrî malıdır. Bu ahali, çoluk çocuğuyla asker olmuşlar veya memur olmuşlar, şu işlerde sivil olarak istihdam ediliyorlar. Onun için sana çok ilişmiyorlar. Fakat intizam şediddir. Padişahın her yerde telefonu var ve memurları bulunur. Çabuk git, dehalet et” dedi.



Fakat o sersem inat edip dedi: “Yok, mîrî malı değil, belki vakıf malıdır, sahipsizdir. Herkes istediği gibi tasarruf edebilir. Bu güzel şeylerden istifadeyi men edecek hiçbir sebep görmüyorum. Gözümle görmezsem inanmayacağım” dedi. Hem feylesofâne çok safsatiyâtı söyledi. İkisi arasında ciddî bir münazara başladı.



Evvelâ o sersem dedi: “Padişah kimdir? Tanımam.”



Sonra arkadaşı ona cevaben: “Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz, sahipsiz olamaz. Bir harf kâtipsiz olamaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki, nihayet derecede muntazam şu memleket hâkimsiz olur? Ve bu kadar çok servet ki, her saatte bir şimendifer (HAŞİYE: Seneye işarettir. Evet, bahar, mahzen-i erzak bir vagondur, gaipten gelir.) gaipten gelir gibi, kıymettar, musannâ mallarla dolu gelir, burada dökülüyor, gidiyor nasıl sahipsiz olur? Ve her yerde görünen ilânnameler ve beyannameler ve her mal üstünde görünen turra ve sikkeler, damgalar ve her köşesinde sallanan bayraklar nasıl mâliksiz olabilir? Sen, anlaşılıyor ki, bir parça firengî okumuşsun. Bu İslâm yazılarını okuyamıyorsun. Hem de bilenden sormuyorsun. İşte, gel, en büyük fermanı sana okuyacağım.”



O sersem döndü, dedi: “Haydi, padişah var. Fakat benim cüz’î istifadem ona ne zarar verebilir? Hazinesinden ne noksan eder? Hem burada hapis mapis yoktur; ceza görünmüyor.”



Arkadaşı ona cevaben dedi: “Yahu, şu görünen memleket bir manevra meydanıdır. Hem sanayi-i garibe-i sultaniyenin meşheridir. Hem muvakkat, temelsiz misafirhaneleridir. Görmüyor musun ki, hergün bir kafile gelir, biri gider, kaybolur. Daima dolar, boşanır. Bir zaman sonra şu memleket tebdil edilecek; bu ahali başka ve daimî bir memlekete nakledilecek. Orada herkes hizmetine mukabil ya ceza, ya mükâfat görecek” dedi. Yine o hain sersem, temerrüt edip, “İnanmam. Hiç mümkün müdür ki bu memleket harap edilsin, başka bir memlekete göç etsin?” dedi. Bunun üzerine, emin arkadaşı dedi: “Madem bu derece inat ve temerrüt edersin. Gel, had ve hesabı olmayan delâil içinde, On İki Suret ile sana göstereceğim ki, bir mahkeme-i kübrâ var, bir dâr-ı mükâfat ve ihsan ve bir dâr-ı mücazat ve zindan var. Ve bu memleket, hergün bir derece boşandığı gibi, bir gün gelir ki, bütün bütün boşanıp harap edilecek.”



BİRİNCİ SURET



Hiç mümkün müdür ki, bir saltanat, bahusus böyle muhteşem bir saltanat, hüsn-ü hizmet eden muti’lere mükâfatı ve isyan edenlere mücazatı bulunmasın? Burada yok hükmündedir. Demek, başka yerde bir mahkeme-i kübrâ vardır.
 
Biz insanlar için yaratıldığına nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz ki?

Arı yemediği bal için bütün gün gezip bal yapıyor, inek içmediği sütü senin hizmetine veriyor. Topraktan çamurdan beslenen ağaç sana en tatlı ve besleyici meyveleri veriyor. Baktığında her şey insanın hizmetine amade olarak yaratılmış. Sizce dünya insan için değil de fil için mi yaratılmış?
 
Kardeşim, kuran tefsiri olan risale-i nur da ahiret basit ve açık bir tarzda ispat edilmiş. Dili biraz ağırdır, osmanlı türkçesi ile yazılmıştır (1920 senelerinde).

Bir zaman iki adam cennet gibi güzel bir memlekete (şu dünyaya işarettir) gidiyorlar. Bakarlar ki, herkes ev, hane, dükkân kapılarını açık bırakıp muhafazasına dikkat etmiyorlar. Mal ve para meydanda, sahipsiz kalır. O adamlardan birisi, her istediği şeye elini uzatıp ya çalıyor, ya gasp ediyor. Hevesine tebaiyet edip her nevi zulmü, sefaheti irtikâp ediyor. Ahali de ona çok ilişmiyorlar. Diğer arkadaşı ona dedi ki:

“Ne yapıyorsun? Ceza çekeceksin; beni de belâya sokacaksın. Bu mallar mîrî malıdır. Bu ahali, çoluk çocuğuyla asker olmuşlar veya memur olmuşlar, şu işlerde sivil olarak istihdam ediliyorlar. Onun için sana çok ilişmiyorlar. Fakat intizam şediddir. Padişahın her yerde telefonu var ve memurları bulunur. Çabuk git, dehalet et” dedi.

Fakat o sersem inat edip dedi: “yok, mîrî malı değil, belki vakıf malıdır, sahipsizdir. Herkes istediği gibi tasarruf edebilir. Bu güzel şeylerden istifadeyi men edecek hiçbir sebep görmüyorum. Gözümle görmezsem inanmayacağım” dedi. Hem feylesofâne çok safsatiyâtı söyledi. İkisi arasında ciddî bir münazara başladı.

Evvelâ o sersem dedi: “padişah kimdir? Tanımam.”

Sonra arkadaşı ona cevaben: “bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz, sahipsiz olamaz. Bir harf kâtipsiz olamaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki, nihayet derecede muntazam şu memleket hâkimsiz olur? Ve bu kadar çok servet ki, her saatte bir şimendifer (haşiye: Seneye işarettir. Evet, bahar, mahzen-i erzak bir vagondur, gaipten gelir.) Gaipten gelir gibi, kıymettar, musannâ mallarla dolu gelir, burada dökülüyor, gidiyor nasıl sahipsiz olur? Ve her yerde görünen ilânnameler ve beyannameler ve her mal üstünde görünen turra ve sikkeler, damgalar ve her köşesinde sallanan bayraklar nasıl mâliksiz olabilir? Sen, anlaşılıyor ki, bir parça firengî okumuşsun. Bu İslam yazılarını okuyamıyorsun. Hem de bilenden sormuyorsun. İşte, gel, en büyük fermanı sana okuyacağım.”

O sersem döndü, dedi: “haydi, padişah var. Fakat benim cüz'î istifadem ona ne zarar verebilir? Hazinesinden ne noksan eder? Hem burada hapis mapis yoktur; ceza görünmüyor.”

Arkadaşı ona cevaben dedi: “yahu, şu görünen memleket bir manevra meydanıdır. Hem sanayi-i garibe-i sultaniyenin meşheridir. Hem muvakkat, temelsiz misafirhaneleridir. Görmüyor musun ki, her gün bir kafile gelir, biri gider, kaybolur. Daima dolar, boşanır. Bir zaman sonra şu memleket tebdil edilecek; bu ahali başka ve daimî bir memlekete nakledilecek. Orada herkes hizmetine mukabil ya ceza, ya mükâfat görecek” dedi. Yine o hain sersem, temerrüt edip, “inanmam. Hiç mümkün müdür ki bu memleket harap edilsin, başka bir memlekete göç etsin?” dedi. Bunun üzerine, emin arkadaşı dedi: “madem bu derece inat ve temerrüt edersin. Gel, had ve hesabı olmayan delâil içinde, on iki suret ile sana göstereceğim ki, bir mahkeme-i kübrâ var, bir dâr-ı mükâfat ve ihsan ve bir dâr-ı mücazat ve zindan var. Ve bu memleket, her gün bir derece boşandığı gibi, bir gün gelir ki, bütün bütün boşanıp harap edilecek.”

birinci suret

Hiç mümkün müdür ki, bir saltanat, bahusus böyle muhteşem bir saltanat, hüsn-ü hizmet eden Muti'lere mükâfatı ve isyan edenlere mücazatı bulunmasın? Burada yok hükmündedir. Demek, başka yerde bir mahkeme-i kübrâ vardır.

Bir saniye. Osmanlıca öğrenip geliyorum.
 
Durum
Mesaj gönderimine kapalı.

Geri
Yukarı