Kısa Hikayelerim

Ali Güngör

Genel Yayın Yönetmeni
Yönetici
Katılım
22 Haziran 2011
Mesajlar
52.959
Çözümler
17
Yer
İstanbul Türkiye
Daha fazla  
Cinsiyet
Erkek
Meslek
Technopat
Profil Kapağı
1523300036
Eşimle üç günlük bir kısa hikaye yarışması yaptık evde. Her akşam bir saat içerisinde en az bir sayfa yazdık. Kendi yazdığım üç kısa hikayeyi sizlerle paylaşıyorum.

Hikaye 1 - Ay Kavmi

"İskandinav ve Moğol müzikleri eşliğine yazıldı."

Bu içeriği görüntülemek için üçüncü taraf çerezlerini yerleştirmek için izninize ihtiyacımız olacak.
Daha detaylı bilgi için, çerezler sayfamıza bakınız.

Ay ışığıyla aydınlanan patikada, sessiz adımlarla bir kafile yürüyordu. Ağaçlar arasında, ormanın derinlerine doğru ilerliyorlardı. Omuzlarının üzerinde dallardan ve ipten bir sedye, üzerinde ise süzülür gibi taşınan bir beden vardı. Islak bezlerle silinip temizlenmiş genç cesedin yüzü, onu taşıyan kirli yüzlerin aksine bembeyaz, ay ışığı renginde parlıyordu.

Yer yer ormanın içerisine karışmış patikayı ezbere bilerek yürüdüler. Saatler akıp gitti, kimse konuşmadı. Sessiz ve uzun yürüyüş esnasında tek değişen şey ayın konumu oldu. Ormanın gece serinliğindeki yürüyüşleri nihayet bir açıklıkta sona erdi. Çağlardır kutsal olan her şey gibi, kainatın düzeni ve yaşamın, doğumun, ölümün çarkı gibi burası da çember biçimindeydi. Çemberi çizen şey dizilmiş olan taşlardı.

“Aydan doğan, gökten gelen, göğe dönüyor!” dedi içlerindeki ak sakallı. Üzerinde kalın kürkler oldukça ağırdı, ancak ilerlemiş yaşına karşın dimdik duruyordu. Ay kavminin ihtiyarları diğerleri gibi eğilip bükülmez, mezara kadar dik dururlardı. Sert bir yaşam sürerler, başka kavimlerdeki yaşlıların aksine bir asadan destek almadan yürürlerdi. Yüzleri de sert ama adildi. Zaten sert olmayan yaşayamaz, adil olmayan barınamazdı aralarında.

“Yerin uçmak olsun!” dedi bir genç kadın, ihtiyara tezat yuvarlak yüz hatları vardı. Kafilenin içerisinde eşit sayıda kadın ve erkek vardı. Herkes bu genç ölünün arkasından bir söz söyledi sırasıyla. Başladığı yere dönecekti her şey, doğduğunda yaşayanlar onu karşılamıştı. O büyürken ölenleri uğurlamıştı, şimdi genç adam uğurlanıyordu.

Ölüm ve gençlik arasında bir uyumsuzluk vardı sanki. Ama onun genç yüzünün ay ışığındaki güzelliğini görseydiniz, bu ölümün belki de mükemmel bir vakitte geldiğini görebilirdiniz. En güzel anında donmuş gibiydi, daha uzun yaşasa bu mükemmellik bozulacaktı. Yaşlı ağaçların kabukları gibi kırışmadan, kemiklerinde hiç yılların ağırlığını taşımadan, ağrı hissetmeden ölmüştü. Son hissettiği şey boynunda şah damarını kesen bir ok olmuştu.

Ay kavmi kendisine has ama biraz fazla garipti. Bulundukları topraklarda kendilerine benzeyen başka hiç bir halk yoktu. Ne yüzleri, ne renkleri, ne bakışları benziyordu.

Bu yüzden komşularından uzak bir hayat sürmek zorundaydılar. Zira ne zaman karşılaşsalar sonu kanlı oluyordu. Yine böyle bir karşılaşma kavimlerinden bu genç erkeğin hayatının sonu olmuştu. Şimdi kavminin diğer üyeleri onu ilk uyandıkları yere getirmiş, son görevlerini yapıyordu.

Atalarının dualarını söylemeyi bitirdiklerinde ay yitmeye yüz tutmuştu. Ve son ay ışığı çemberden çekilirken, ortasına koydukları genç beden de ortadan kaybolmuştu. Uğurlama tamamlanmış, gelen gitmişti. Bedenin yerinde ise ay yüzlü, ışıl ışıl bir bebek vardı. Ufak parmağını emen çıplak kız bebeği, sessizce gözlerini yummuş uyuyordu. Genç kadın az önce omuzlarından bıraktığı kocasının yerine, kollarının arasına bu bebeği aldı. Ona hayatta kalmayı, adetlerini, nereden gelip nereye gittiklerini öğretecekti. Herkes tek tek bu yeni geleni karşıladı. Bu adetlerini yerine getirdikten sonra kafile geldiği gibi sessiz, ormandaki patikada tekrar yola koyuldu...


Hikaye 2 - Buz Devri

"Doğrudan Frostpunk isimli oyunun hikayesi üzerine yazılmıştır. Oyunun bütün hakları geliştiriciye aittir. Oynamanızı tavsiye ederim. OST'si Spotify'da var."

Bu içeriği görüntülemek için üçüncü taraf çerezlerini yerleştirmek için izninize ihtiyacımız olacak.
Daha detaylı bilgi için, çerezler sayfamıza bakınız.

Bu içeriği görüntülemek için üçüncü taraf çerezlerini yerleştirmek için izninize ihtiyacımız olacak.
Daha detaylı bilgi için, çerezler sayfamıza bakınız.

Hava günden güne soğumaya devam ediyordu. Mayıs gelmiş ancak bahar olmamıştı. Mayıs yağmurlarının yerine kar vardı. Büyük şehirlerde işçiler her gün fabrikalarına giden yollarda yollarda kar küremek zorundaydı. En azından en önden yürüyenler ayakları altında karı ezmek için daha fazla yoruluyordu. Takip edenler ise buzlaşan yolda kaymamaya çalışıyorlardı. Yolun üzerine bazen dev bir gölge düşüyor, bunu mekanik sesleriyle gürleyen otomatronlar izliyordu. 20 metre yükseklikte altı bacağıyla yürüyen bu buharlı makineler, kuruldukları mekanik düzene göre kendilerine verilen işi yaparlardı. İçinde insan olmayan bu teknoloji harikaları hayranlıkla karışık bir dehşet hissi uyandırırdı.

Devasa fabrikalar ateşin gücüyle demiri eritiyor, dökümhanelerde kalıplara akıtıyordu. Buharın gücüyle dönen çarklar ve bantlarda endüstri durmadan devam ediyordu. Otomatron parçaları, diğer fabrikalar için çarklar ve dişçiler üretilip duruyordu. Dev gibi borular ve buhar kazanları imal ediliyordu. İşçiler en azından kapalı alanlarda üşümüyordu. Ancak hava karardıktan sonra evlerine dönüş yolunda buz gibi bir havada çok üşüyorlardı.

İşçilerin maaşları geçen yıldan bu yana hiç artmamıştı. Grev yapmak istediklerinde ise karşılarında polisi buldular. Sopalarla saldıran polisler pek çok işçiyi dövmüş, hatta hıncını alamayan bazıları, fiziksel olarak çok zayıf düşmüş çocuk işçilerin ölümüne sebep olmuştu. yakacak kömür alabilecek parayı kazanmak için işçiler yine işbaşı yapmıştı.

Haziran ayında kıtlıklar başlamıştı, aslında halen depolarda bolca gıda vardı ancak stokçular yüzünden karaborsa gün geçtikçe güçleniyor, Pazar tezgahlarındaki ürünler azalıyordu. Güneydeki köylerde akrabaları olanların bazıları daha fazla geçinemeyeceklerini ve işlerin gün geçtikçe kötüye gittiğini görüp köylerine geri dönmeye başlamıştı. Buna karşın şehir gün geçtikçe kalabalıklaşıyordu.

Şehre yeni gelenler daha kuzeyden yola çıkanlardı. Temmuz ayında olmalarına karşın hava neredeyse hiç ısınmamıştı. Bu kuzeyden gelenler köylerini bırakmak zorunda kalanlardı. Güneye göç sürerken, kuzeydekilerin toprakları donmuş, hayvanları soğuktan telef olmaya başlamıştı. Bu yüzden sürülerini de alıp geldiler. Beraberlerinde getirdikleri hayvanları otlatabilecekleri geniş otlaklar yoktu şehirde. Bu yüzden kısa süre içerisinde kasaplar ve Pazar etle, hem de oldukça ucuz etle dolup taştı. Geçici de olsa evlerde kaynayan tencereler birer parça et görmeye başladı. Sorun o tencerelerin altında yakacak kömürü alabilmekti. Günden güne odunun ve kömürün fiyatı artmaya devam ediyordu.

Ağustos ayında devam eden kar yağışı ve devam eden soğuk hava ile birlikte şehirdeki gerilim artmaya devam ediyordu. Şehrin ileri gelen sanayicileri, durmaksızın çalıştırdıkları fabrikalardan çıkan parçaları nihayet kullanmaya başladılar. Baktığınızda ne işe yaradığını pek anlayamayacağınız garip metal ucubeler, sanayinin ve teknolojinin uç noktası olan icatlar trenle taşınıp duruyordu.

Bu parçaların amacı nihayet anlaşıldı, ileri gelenler şehir merkezinde dev bir kulenin inşaatına başlamışlardı. Bu parçalar kuleye taşınıyor, taş ve metal yapının içerisinde birbirine bağlanıyordu. Ana sokaklarda bu dev kuleye bağlanan borular döşeniyor, Dörtyol ağızlarına daha ufak kuleler dikiliyordu. Buharlı otomobillerin içerisinde gözlüklü bilimadamları aceleyle büyük kuleye taşınıp duruyordu.

Şehrin insanları ne olduğunu merak ediyor, korkuyor ve ne yapacağını bilemiyordu. Hanlarda ve sokak köşelerinde, fabrika avlularında konuşmalar tartışmaya dönüşüyor, arada bir içkiyi fazla kaçırmış birileri işi yumruklaşmaya götürüyordu. Ancak polis çok hızlı ve acımasızdı, grevlerin ardından en ufak toplaşmaya bile şüpheli gözlerle bakıyor, hemen destek çağırıyorlardı. Bu şüpheli gözlerin altları gerilimin yorgunluğuyla günden güne daha fazla kararıyor ve çöküyordu. Muhbirler toplaşmaları önceden haber veriyor, bu ihanetleri ve açık gözlülükleri için fazladan kömür alıyordu.

Eylül ayı geldiğinde koca bahar ve yaz geçmiş ancak hava halen hiç ısınmıyordu. Kuzeyden ikinci ve bu sefer daha büyük bir göç dalgası gelmiş, daha önce gelenlerin bir kısmı ise daha güneydeki köy ve şehirlere doğru yola çıkmıştı. Her gün işten sıvışıp şehirden kaçanların yerine daha fazlası geldiği için patronlar buna göz yumuyordu. Her fabrikanın ustabaşı, sabah amele pazarından yeni gelenleri topluyor, eksilenlerin yerine koyuyordu.

Kasım ayı başlarken artık hava karardığında sokakta kalmak artık neredeyse kesin bir şekilde zatürre olmak demekti. Göç edenler boş evlere kalabalık gruplar halinde yerleşiyor. Civciv yavruları gibi birbirlerine sokularak uyuyordu. Bu ay artık kendisini göstermeye başlayan daha beter bir kışın işaretçisiydi. Patronların buharlı otomobilleri daha telaşlı bir şekilde gözlüklü profesörleri ileri geri taşıyordu. Kulenin inşaatının daha hızlı bitirilmesi için ustabaşları çok daha sert davranıyordu. Düşüp kolunu kıran, bacağını kıran olduğunda hemen bir kenara sürüklenip atılıveriyordu. Diğer işçiler düşenin yerini alıyor, çok yüksek ya da zayıf bir yere çıkılacaksa bu iş için ufak çocuklar kullanılıyordu. Hemşireler aralıklarla uğrayıp bu yaralıları topluyor, hastahaneye götürüyordu. Elbette hastahanenin imkanları çok kısıtlıydı ama bu insanlar ölüme terkedilmiyordu.

Aralık ayı başladığında kule görülebilir bir şekilde çalışır hale gelmişti. Burası betondan çok metal borularla kaplı, ortasında dev bir baca ile aslında dev bir lokomotife benziyordu. Dev bir otomatronun alt kapakları açıldı, bandın üzerine dökülen kömürler kulenın sayısız canavar ağzından birine gidiyordu. Bu manzarayı izleyenlerin yüzleri, binada yakılan dev kazanın ilk ateşiyle parladı. Vazgallar kapandığında dışarıya danseden ışıklar sızmaya devam etti. Buhar ve türbin sesleri, dönen çarklar ve dişliler ile kule canlanmıştı. Borulardan gelen ıslık ve gıcırtı sesleri sokakları doldururken, insanlar bir sıcaklık hissetti. Kule, bağlı borular ve ara sokaklara dikilen ufak kuleler çevrelerine sıcaklık yaymaya ve hatta karları eritmeye başlamıştı. İşte ilerleme diye buna denirdi! Gelen korkunç kışa karşılık teknoloji gücünü göstermiş, uygarlığı sıcak metal kolları arasına almıştı...


Hikaye 3 - Lejyon

"Bu hikaye de bir bölüm HBO Rome izlendikten sonra yazıldı. İzlemediyseniz mutlaka izlemenizi tavsiye ederim ama hikayenin diziyle hiç alakası yok."

Leşçi kuşlar savaş alanının üzerinde daireler çiziyor, yaralıların bağırtılarının durmasını bekliyordu. Son çırpınışlar bittiğinde karınlarını doyurmak üzere aşağıya ineceklerdi. Ölenlerin ve ölmek üzere olup, artık sesini çıkartacak hali kalmayanların etlerini kemiklerinden ayıklayacaklardı.

Normalde bir savaş bittiğinde yaralılar toplanır, kurtarılabilenler kurtarılırdı. Ancak bu sefer öyle basit bir şekilde bitmemişti. Kaybedenin dağılıp kaçtığı bir savaş olmamıştı bu. Son adama dek süren, emsali az görülen bir muharebeydi.

İki taraf da ağır kayıplarına karşın geri çekilmemiş, dağılıp kaçmamıştı. Savaş kolay kolay bitmemiş, sabah saatlerinden gün batımına kadar uzamıştı. Mücadele düzenli birliklerin formasyonlarıyla başlayan çatışmalar, manevralar, karşı manevralar ile saatlerce sürse de sonunda herkes yorulmuş, düzen bozulmuştu.

Formasyonların bozulmasıyla ve ağır kayıplarla sonuçta son saatlere doğru olay dağınık askerlerin bireysel savaşlarına indirgenmişti. Kan ve çamur içerisinde, birbirinden ayırt edilemeyen ilkellerin hayatta kalma mücadelesine dönüşmüştü. Her savaşçı enerjisinin son raddesiyle düşmanını öldürmeye çalışırken adımlar sarsaklaşmış, darbelerin şiddeti zayıflamıştı. Oklar bitmiş, mızraklar kırılmış, kılıçlar çentilip kesmez hale gelmişti. Pek çok yerde savaşçılar gırtlak gırtlağa mücadeleye indirgenmişti. Sonuç, yaşayandan çok ölü ile dolu dehşet bir manzaraydı.

Centurion Antoninus büyük uğraşla son hayatta kalan askerlerini bir araya toplamış, güç bela birliğe benzer bir hale sokmuştu. Herkesin hali perişandı. Hala ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Zira komutan daha önce pek çok savaş yaşamıştı ama böylesini hiç görmemişti. Normalde savaş iki saat civarında sürer, üstünlük sağlayan taraf diğerinin düzenini bozup kovalar, yakaladıklarını esir eder ya da öldürürdü. Ancak sonuçta hep bir taraf dağılır, moralini kaybeder ve kaçardı. Son adama kadar savaşan bir düşman eşi nadir görülen bir şeydi. Daha da garibi kendi adamlarının da aynı şekilde savaşmış olmasıydı.

Elbette Antoninus lejyonunun eğitimine ve cesaretine inanıyordu, ancak günün sonunda insan doğası belliydi. Bu mücadelede doğal olmayan bir şeyler olmuştu. Topladığı bir avuç adam ile savaş öncesi kurdukları ordugaha dönmüştü. Ateş yakıp sıcak bir yemek yemek istiyorlardı. Fakat toplanan adamları gece karanlığı tamamen çökene kadar iş yapacak halde değildi. Biraz dinlendikten sonra ateş yakıp yemek pişirmeye başlayabildiler. 5000 kişiden geriye kalanın sadece 72 adam olduğuna inanmak güçtü. Durum ne kadar inanılmaz olursa olsun buydu. Farklı müfrezelerden hayattan kalanları toplamıştı ancak ortaya sadece bir müfreze çıkmıştı.

Karanlıkla çevrelenmiş kamplarında, ateşin başında leşçilerin işlerini yapmasını dinlediler. Ulumalar ve kuş sesleriyle dolu bir gecede, ateşin çıtırtıları onları biraz olsun rahatlatıyordu. Sanki ışığın uzandığı yerde onlar ayrı bir boyuttaydılar. Işığın dışında çürüme, içerisinde ise yaşam vardı.

Sabah olduğunda savaş alanını dolaşmaya başladılar. Önemli komutanların armaları, belki halen hayata tutunan birileri vardır diye binlerce bedenin arasında dolaştılar. Nafile, onlardan başka hayatta kimse kalmamıştı. Antoninus nehre doğru ilerleme emri verdi, toparlanan askerleri ikili sıra halinde yürümeye başladı. Fakat savaş alanının dışına çıkmalarından önce bir gök gürültüsü duydular. Başlarını kaldırıp göğe baktıklarında, göğün açık olduğunu görüp şaşırdılar. Sonra bir kez daha gürledi gök yüzü, endişeli bakışları birbirileri üzerinden geçerken üçüncü ve son kez duydular bu sesi. Sonra bütün sesler bir an sustu. Ne kuş, ne leşçi, ne de rüzgar sesi vardı.

Sonra savaş alanından korkunç bir ceset kokusu geldi rüzgarla, bu kadar hızlı, bu kadar çürümüş kokmaması gerekiyordu. Ancak çok hızlı çürümüş cesetlerin yerinden de kalkmaması gerekiyordu. Müfrezedekilerin dehşetle açılmış çeneleri, tutulmuş solukları gördükleri manzaraya inanamaz gibiydi. Savaş alanındaki ölüler, etleri kemiklerinden dökülerek, çürüyerek ve binlerce sineği çevrelerine toplayarak kalkmaya ve yürümeye başlamıştı.

Şaşkınlıkları tecrübeli Centurion’un “Nehre! İleri!” bağrışıyla kesildi ve binlerce kez aynı emri dinlemiş olmanın verdiği refleks ile düşünmeden hareket ettiler. Nehre önce ulaşabilirlerse yaşayacaklardı...
 
Son düzenleme:
Hikaye 1 hosuma gitti ama 2 ve 3 numarali hikayeleri pek begenmedim acikcasi Ali.
1. hikayedeki asagidaki betimlemen cok hosuma gitti.

Ölüm ve gençlik arasında bir uyumsuzluk vardı sanki. Ama onun genç yüzünün ay ışığındaki güzelliğini görseydiniz, bu ölümün belki de mükemmel bir vakitte geldiğini görebilirdiniz. En güzel anında donmuş gibiydi, daha uzun yaşasa bu mükemmellik bozulacaktı.

Bir yazar mi doguyor ne? Ahahahahahaa :)
 
Hanım yazarlık üzerine çalışıyor, ben de desteklemek için yoldaşlık ediyorum arada :) Belki ileride birikenleri derler paylaşırım ama şimdilik editörlük kâfi :)
 

Yeni konular

Geri
Yukarı