- Katılım
- 19 Eylül 2015
- Mesajlar
- 50.054
- Makaleler
- 13
- Çözümler
- 54
Daha fazla
- Cinsiyet
- Erkek
Plasentada ve tam fetüs ile anne arasındaki sınırda, çok özel bir role sahip bir protein yer alır. Bu arayüze yerleşmiş sinsitin, anne ile fetüs arasında gerçekleşen besin ve atık alışverişinde moleküler bir trafik polisi olarak işlev görür. Yapılan gözlemler, bu proteinin embriyo sağlığı için yaşamsal önem taşıdığını gösteriyor. Bir grup araştırmacı sinsitin geni kusurlu olan fareler ürettiğinde, hayvanlar büyüyerek normal bir yaşam sürmüş ama üreme yeteneklerini kaybetmişlerdi. Döllenmeden sonra plasenta oluşamıyor ve embriyo yaşamını sürdüremiyordu. Sinsitin içermeyen anne işlevsel plasenta oluşturamadığından, embriyonun kendine besin sağlayacak yolu kalmıyordu. Sinsitin eksikliği, insan gebeliklerinde de birçok soruna yol açar. Preeklampsi(gebelik zehirlenmesi) geçiren kadınlarda sinsitin geni kusurludur. Proteini üretebilirler, ancak protein işlevini tam olarak yerine getiremez. Bu durum plasentada zincirleme bir tepki başlatır ve sonuçta kan basıncı tehlikeli düzeylere ulaşır.
Fransa da bir biyokimya laboratuvarı, sinsitini üreten DNA dizilimi inceleyerek proteinin yapısını araştırmaya başladı. Lynch öncülüğündeki araştırma grubu çalışmalarına başladı. Bu arayış bir bulmacayı ortaya çıkarıyordu. Sinsitin başka hayvanlardaki proteinlerle herhangi bir benzerlik taşımıyordu. Bitki ya da bakterilerdeki bir yapıyı da andırmıyordu. Sinsitinin DNA dizilimi tümüyle bir virüsünkine benziyordu ve kimi bölgelerinde AIDS virüsü HIV ile aynıydı. Böyle bir virüs neden memeli bir proteinine benzesin ki?
Bunu öğrenebilmemiz için ise ilk önce virüsleri tanımamız gerekiyor. Virüsler sinsi molekül parazitlerdir. Genomlarında enfeksiyon oluşturma ve üreme için gereken mekanizmaların dışında bir şey yoktur. Hücreleri işgal eder, çekirdeğin ve sonunda da genomun içine girerler. DNA'ya bir kez girdikten sonra da yönetimi ele geçirir ve konakçının genomunu kendi kopyalarını üretmek için kullanırlar. Bu şekilde konakçı proteinleri yerine viral proteinler üretilmiş olur. Bu enfeksiyonla tek bir konakçı hücresi, milyonlarca virüsün üretilebileceği bir fabrika haline gelir.
HIV gibi bir virüsün bir hücreden diğerine yayılması için konakçı hücrelerin birbirine yapışmasını sağlayan bir protein üretmesi gerekir. Bu protein hücreleri bir araya gelerek virüsün hücreden hücreye geçmesi için yollar açar. Bunu yapabilmek için proteinin hücreler arasındaki alana yerleşmesi ve aralarındaki trafiği yönetmesi gerekir. Tanıdık geldi mi? Gelmiş olması gerek çünkü sinsitin de aynı şeyi insan plasentasında yapar. Plasenta içindeki hücreleri bir araya getirerek fetüsün ve annenin hücreleri arasında moleküler trafiği denetler.
Bir memeli proteini ile bir virüs arasındaki bu benzerlik yeni bir fikri beraberinde getirdi. Geçmiş atalarımızın genomunu bir virüs işgal etmişti. Bu virüs, sinsitinin bir versiyonunu içermekteydi. Atalarımızın genomuna kendi kopyalarını sonsuzca üretmek için el koymamış onun yerine etkisini ve enfekte etme yeteneğini kaybederek yeni bir efendinin denetiminde işe koşulmuştu. Genomumuz virüslerle sürekli bir savaş halindedir. Enfeksiyona neden olan bölümü henüz tam olarak anlamadığımız mekanizmalarla devreden çıkarılan virüs, daha sonra plasenta için sinsitin yapımında kullanılmıştı. Sonuçta virüsler proteini genoma taşımış ve saldırganın genomu ev sahibine yararlı olacak şekilde hacklenmişti.
Daha sonra bilim adamları sinsitinin farklı memelilerdeki yapısını incelemeye koyuldular ve fareleri incelediklerinde, primatlarındakinden farklı olduğunu buldular. Farklı memelilerdeki sinsitinlerin farklı virüs işgalleri sonucunda ortaya çıktığını tespit ettiler. Primatlardaki versiyonu, bir virüsün günümüzdeki bütün primatların ortak atasına yerleşmesiyle belirmişti. Kemirgenler ve diğer memelilerdeki sinsitin ise farklı bir olayla baş göstermiş, bu da proteinin bu canlılardaki versiyonuna yol açmıştı. Sonuç olarak primatlar, kemirgenler ve diğer memelilerdeki farklı işgalcilerden türemiş farklı sinsitin proteinlerinin bulunmasıydı.
DNA'mız tümüyle atalarımızdan aldığımız bir miras değildir. DNA'mızın büyük bölümü hurda DNA'dan oluşur. %8 civarında da DNA'mızda ölü virüsler vardır. Virüsler olmasaydı biz de olmazdık.
Ayrıca şempanze, goril ve diğer maymun türlerinde de insan ile aynı DNA diziliminde, aynı virüs yani sinsitin yer alır.
Fransa da bir biyokimya laboratuvarı, sinsitini üreten DNA dizilimi inceleyerek proteinin yapısını araştırmaya başladı. Lynch öncülüğündeki araştırma grubu çalışmalarına başladı. Bu arayış bir bulmacayı ortaya çıkarıyordu. Sinsitin başka hayvanlardaki proteinlerle herhangi bir benzerlik taşımıyordu. Bitki ya da bakterilerdeki bir yapıyı da andırmıyordu. Sinsitinin DNA dizilimi tümüyle bir virüsünkine benziyordu ve kimi bölgelerinde AIDS virüsü HIV ile aynıydı. Böyle bir virüs neden memeli bir proteinine benzesin ki?
Bunu öğrenebilmemiz için ise ilk önce virüsleri tanımamız gerekiyor. Virüsler sinsi molekül parazitlerdir. Genomlarında enfeksiyon oluşturma ve üreme için gereken mekanizmaların dışında bir şey yoktur. Hücreleri işgal eder, çekirdeğin ve sonunda da genomun içine girerler. DNA'ya bir kez girdikten sonra da yönetimi ele geçirir ve konakçının genomunu kendi kopyalarını üretmek için kullanırlar. Bu şekilde konakçı proteinleri yerine viral proteinler üretilmiş olur. Bu enfeksiyonla tek bir konakçı hücresi, milyonlarca virüsün üretilebileceği bir fabrika haline gelir.
HIV gibi bir virüsün bir hücreden diğerine yayılması için konakçı hücrelerin birbirine yapışmasını sağlayan bir protein üretmesi gerekir. Bu protein hücreleri bir araya gelerek virüsün hücreden hücreye geçmesi için yollar açar. Bunu yapabilmek için proteinin hücreler arasındaki alana yerleşmesi ve aralarındaki trafiği yönetmesi gerekir. Tanıdık geldi mi? Gelmiş olması gerek çünkü sinsitin de aynı şeyi insan plasentasında yapar. Plasenta içindeki hücreleri bir araya getirerek fetüsün ve annenin hücreleri arasında moleküler trafiği denetler.
Bir memeli proteini ile bir virüs arasındaki bu benzerlik yeni bir fikri beraberinde getirdi. Geçmiş atalarımızın genomunu bir virüs işgal etmişti. Bu virüs, sinsitinin bir versiyonunu içermekteydi. Atalarımızın genomuna kendi kopyalarını sonsuzca üretmek için el koymamış onun yerine etkisini ve enfekte etme yeteneğini kaybederek yeni bir efendinin denetiminde işe koşulmuştu. Genomumuz virüslerle sürekli bir savaş halindedir. Enfeksiyona neden olan bölümü henüz tam olarak anlamadığımız mekanizmalarla devreden çıkarılan virüs, daha sonra plasenta için sinsitin yapımında kullanılmıştı. Sonuçta virüsler proteini genoma taşımış ve saldırganın genomu ev sahibine yararlı olacak şekilde hacklenmişti.
Daha sonra bilim adamları sinsitinin farklı memelilerdeki yapısını incelemeye koyuldular ve fareleri incelediklerinde, primatlarındakinden farklı olduğunu buldular. Farklı memelilerdeki sinsitinlerin farklı virüs işgalleri sonucunda ortaya çıktığını tespit ettiler. Primatlardaki versiyonu, bir virüsün günümüzdeki bütün primatların ortak atasına yerleşmesiyle belirmişti. Kemirgenler ve diğer memelilerdeki sinsitin ise farklı bir olayla baş göstermiş, bu da proteinin bu canlılardaki versiyonuna yol açmıştı. Sonuç olarak primatlar, kemirgenler ve diğer memelilerdeki farklı işgalcilerden türemiş farklı sinsitin proteinlerinin bulunmasıydı.
DNA'mız tümüyle atalarımızdan aldığımız bir miras değildir. DNA'mızın büyük bölümü hurda DNA'dan oluşur. %8 civarında da DNA'mızda ölü virüsler vardır. Virüsler olmasaydı biz de olmazdık.
Ayrıca şempanze, goril ve diğer maymun türlerinde de insan ile aynı DNA diziliminde, aynı virüs yani sinsitin yer alır.