Aegonide
Hectopat
- Katılım
- 10 Eylül 2023
- Mesajlar
- 1.373
- Çözümler
- 3
Daha fazla
- Cinsiyet
- Erkek
Arkadaşlar Bilimkurgu kitap yazıyorum. Şu an ham hali bitmek üzere yaklaşık 400 sayfalık bir kitap olacak. İlk olarak taslağım kitabın sonu dahil hazır. Bölümleri yazmaya başladım ve sona az kaldı. Bittikten sonra bütün bölümleri ufak dokunuşlar ile revize edeceğim. Aşağıya Kitabımın ilk bölümünü bırakıyorum. Umarım ilginizi çeker. Yapıcı eleştirilerinizi dikkate alacağım.
Prometheus'un Ateşi
BÖLÜM 1
Nöral Araştırmalar Enstitüsü
Alpler'in sessizliği, kristal berraklığındaki sabah havasını yarıp gelen tek bir kartal çığlığıyla bölündü. Güneş, doruklara henüz dokunmuş, beyaz örtüyü altın varakla süslemeye başlamıştı. Bu doğal ihtişamın tam kalbinde, cam ve çeliğin soğuk estetiğiyle yükselen Nöral Araştırmalar Enstitüsü uyanıyordu.
Enstitünün merkez laboratuvarı, bu doğa-manzara karşıtlığının ta kendisiydi. Duvardan duvara uzanan pencere, Alpler'in görkemli manzarasını bir tablo gibi sunarken, odanın içi titiz bir sterillikle donatılmıştı. Hava, dezenfektan ve soğuk metal kokuyordu. Ortada, üzerinde sayısız alet, kablo ve bir hologram ekranın bulunduğu bir çalışma masası vardı. Ve masanın üzerinde, insan elinin kusursuz bir robotik taklidi duruyordu; içindeki servo motorlar sessizce bekliyordu.
Dr. Laura, bu robotik elin üzerine eğilmiş, ince, gümüşi bir tornavida ile nöral bağlantı noktalarına ince ayar yapıyordu. Henüz otuz yaşına basmasına rağmen, alanındaki yetkinliği ve olgunluğuyla dikkat çekiyordu. Omuzlarına dökülen dalgalı kumral saçları, spor yapmanın verdiği çeviklik ve güçle hareket eden atletik vücuduyla uyum içindeydi. Boyu 1.70'i buluyor, duruşuyla bile bir güven yayıyordu. Konsantre olduğunda, yeşil gözlerinin kenarında beliren hafif çizgiler, yüzündeki tek kusursuzluk ihlaliydi.
"Leo, şu nöro-iletim grafiğini bana tekrar verir misin?" diye seslendi, sesi laboratuvarın sessizliğinde yankılandı.
Genç asistanı Leo, hemen yanı başındaki hologram ekranda bir dizi veriyi kaydırdı. "Tabii ki, Dr. Laura. Görünüşe göre sinir ucu bağlantı noktası yüzde yüz uyum sağlamış."
"Görünüşe göre evet," diye mırıldandı Laura, gözleri robotik elin parmak eklemlerinde gezinirken. "Ama bak şu iletişim hızına. Optimalin çok altında. Sanki beyin çipinin sağladığı kumanda olmadan, doğrudan sinirlerle konuşmayı reddediyor. Bir uzuv gibi değil, bir yabancı gibi davranıyor".
"Servo motorlar kusursuz çalışıyor," diye ekledi Leo. "Sorun mekanikte değil. Sorun, 'konuşmak'ta." Laura'ya döndü ve yüzünde samimi bir gülümsemeyle,
"Leo, bir an duraksadı, sonra dikkatle konuştu: 'Laura, bu protez üzerinde haftalardır gece gündüz çalışıyorsun. Belki de biraz zihnini boşaltmanın zamanı gelmiştir? Enstitüde yeni bir meditasyon grubu başlıyor, belki birlikte bir bakabiliriz?
"Laura'nın omuzları, neredeyse fark edilmeyecek kadar hafif bir gerilimle dikleşti. Leo'nun sözleri, onu haftalarca kendine gelemediği o karanlık dönemi hatırlattı. Kapısında çorba kasesiyle bekleyişini... Sosyalleşmek iyi gelebilirdi, evet, ama o güvenli liman, şimdi karşısına aşılması zor bir duvar gibi dikiliyordu."
"Beyinlerle konuşmak, şu an için bana daha anlaşılır geliyor, Leo," dedi, ses tonu mesafeli ama kırıcı olmayan bir profesyonellikle. "Verilere odaklanalım."
Gün, deneyler, veri analizleri ve prototip testleriyle akıp gitti. Laura, ekibine liderlik ederken yüzündeki neşeli ifade ve enerjisi, etrafındakilere de motivasyon kaynağı oluyordu. Bir gülümsemesi, en sıkışık laboratuvar günlerinde bile moral verebiliyordu. Ancak saatler ilerledikçe ve enstitüdeki diğer ışıklar tek tek sönmeye başladıkça, Laura'nın enerjisi de yavaş yavaş yerini sakin, düşünceli bir hale bıraktı. Son hologramı kapattı, Vivaldi'nin yerini laboratuvarın derin sessizliği aldı.
Yaşam kompleksindeki dairesine döndüğünde, günün maskesi düşmüştü. Burası minimalist döşenmiş, sadece gerekli eşyaların bulunduğu, duvarlarında hiçbir kişisel fotoğrafın olmadığı bir yerdi. Sanki buradaki hayat, geçici bir misafirliği andırıyordu. Bir duvarı tamamen kaplayan kitaplığın raflarını, eski Yunan filozoflarının ve mitolojik hikayelerin ciltli baskıları dolduruyordu. Aralarında, lise yıllarından kalma, köşesi yıpranmış bir fizik kitabı da vardı. Ona dokundu. O kitap, ona laboratuvarların ve kütüphanelerin güvenli yalnızlığını, orada kaybolmanın verdiği huzuru hatırlatırdı. O zamanlar, karmaşık insan ilişkilerinden kaçmanın en iyi yolunun bu olduğunu sanmıştı. Ta ki, dışarıdaki dünyanın, kalp kırıklıklarının da en az kuantum fiziği kadar acımasız olduğunu anlayana kadar.
Akşam yemeğini hızlıca yedikten sonra, dairenin en değerli köşesine, Alpler'e bakan geniş cam panonun önüne geçti. Koltuğuna oturup, ayaklarını altına topladı.
"Dışarıda, güneş ufuk çizgisini yakıyordu. Bu kızıl alev, zihnini istemsizce geriye, dünyanın renklerinin solup griye döndüğü o boşluğa götürdü..."O an göğsünde yeniden hissettiği o bildik sızı, zihnini Enstitünün müdürü ve aynı zamanda en yakın arkadaşı Susan'ın kolunda, ağlamaktan bitap düşmüş halde, 'Neden?' diye tekrar tekrar sorduğu o günlere... Leo'nun elinde çorba kasesiyle kapısında beklediği, içeri girmek için onu ikna etmeye çalıştığı anlara...
Telefon ekranında hâlâ alev gibi yanan o cümleler zihnine kazınmıştı: "Sana daha fazla yalan söyleyemeyeceğim Laura, artık başka birini seviyorum. Elveda."
Ardından, kendi sesinin çaresizlikle titreyen o çocuksu, anlamsız sorusu:
"Bu nasıl olur?"
Cevap asla gelmemişti. Sadece bir blok işareti ve derin, sesiz bir boşluk kalmıştı geriye."
Gözleri, kitaplığındaki mitoloji ciltlerinde gezindi. Prometheus... İnsanlığa ateşi veren, onu karanlıktan aydınlığa taşıyan titan.
Zihninde, laboratuvardaki robotik el canlandı. Ona hareketi, kavramayı, belki bir gün hissetmeyi öğretmeye çalışıyordu. Ateşi veriyordu, tıpkı Prometheus gibi. Fiziksel bir eksikliği tamamlayacak ateşi... Ama bir başka eksiklik, daha derinlerde, onu yalnız bırakmış bir ilişkinin bıraktığı boşluk, hâlâ oradaydı.
İçini çekti ve fısıltı halinde, sözleri camda buğuya dönüşerek konuştu:
"Prometheus insanlara ateşi getirdi... bilgiyi, ilerlemeyi, medeniyetin kıvılcımını." Duraksadı, yeşil gözleri artık karanlığa bürünmüş olan zirvelerde kayboldu. Sesi bu sefer biraz daha yalın, biraz daha kırgın çıktı. "Peki ya aşkı? Aşkı kim getirdi? Onu hangi tanrı, hangi kahraman, hangi isyankar titan insanlığın o soğuk kalbine fısıldadı? Ateş yanmak için bir kıvılcım istedi de... aşk için ne gerekli? Ona bir kod yazılabilir mi?"
Soruları odanın ağır havasında asılı kaldı, yanıt bulamadan. Bu, bilimin çözemediği, verilerin açıklayamadığı, onun gibi birçoklarının hayatında eksik kalan tek denklemdi belki de.
Uzandı ve ışığı söndürdü. Yatağına uzandığında, zihni yorgunluk ve derin düşünceler arasında süzülüyordu. Dışarıda, Alpler'in üzerinde parlayan yıldızlar, uzak ve ulaşılmaz bir aşk gibi göz kırpıyordu. Göz kapakları ağırlaştı ve nihayetinde, Prometheus'un ateşinin bile aydınlatamadığı o içsel karanlıkta, sorusuyla baş başa kalarak uykuya daldı.
Nöral araştırmalar Enstitüsü, gece boyunca, içindeki sırlar ve henüz uyanmamış bir bilinçle birlikte, Alpler'in karanlık kucağında sessizce parlamaya devam etti.
Prometheus'un Ateşi
BÖLÜM 1
Nöral Araştırmalar Enstitüsü
Alpler'in sessizliği, kristal berraklığındaki sabah havasını yarıp gelen tek bir kartal çığlığıyla bölündü. Güneş, doruklara henüz dokunmuş, beyaz örtüyü altın varakla süslemeye başlamıştı. Bu doğal ihtişamın tam kalbinde, cam ve çeliğin soğuk estetiğiyle yükselen Nöral Araştırmalar Enstitüsü uyanıyordu.
Enstitünün merkez laboratuvarı, bu doğa-manzara karşıtlığının ta kendisiydi. Duvardan duvara uzanan pencere, Alpler'in görkemli manzarasını bir tablo gibi sunarken, odanın içi titiz bir sterillikle donatılmıştı. Hava, dezenfektan ve soğuk metal kokuyordu. Ortada, üzerinde sayısız alet, kablo ve bir hologram ekranın bulunduğu bir çalışma masası vardı. Ve masanın üzerinde, insan elinin kusursuz bir robotik taklidi duruyordu; içindeki servo motorlar sessizce bekliyordu.
Dr. Laura, bu robotik elin üzerine eğilmiş, ince, gümüşi bir tornavida ile nöral bağlantı noktalarına ince ayar yapıyordu. Henüz otuz yaşına basmasına rağmen, alanındaki yetkinliği ve olgunluğuyla dikkat çekiyordu. Omuzlarına dökülen dalgalı kumral saçları, spor yapmanın verdiği çeviklik ve güçle hareket eden atletik vücuduyla uyum içindeydi. Boyu 1.70'i buluyor, duruşuyla bile bir güven yayıyordu. Konsantre olduğunda, yeşil gözlerinin kenarında beliren hafif çizgiler, yüzündeki tek kusursuzluk ihlaliydi.
"Leo, şu nöro-iletim grafiğini bana tekrar verir misin?" diye seslendi, sesi laboratuvarın sessizliğinde yankılandı.
Genç asistanı Leo, hemen yanı başındaki hologram ekranda bir dizi veriyi kaydırdı. "Tabii ki, Dr. Laura. Görünüşe göre sinir ucu bağlantı noktası yüzde yüz uyum sağlamış."
"Görünüşe göre evet," diye mırıldandı Laura, gözleri robotik elin parmak eklemlerinde gezinirken. "Ama bak şu iletişim hızına. Optimalin çok altında. Sanki beyin çipinin sağladığı kumanda olmadan, doğrudan sinirlerle konuşmayı reddediyor. Bir uzuv gibi değil, bir yabancı gibi davranıyor".
"Servo motorlar kusursuz çalışıyor," diye ekledi Leo. "Sorun mekanikte değil. Sorun, 'konuşmak'ta." Laura'ya döndü ve yüzünde samimi bir gülümsemeyle,
"Leo, bir an duraksadı, sonra dikkatle konuştu: 'Laura, bu protez üzerinde haftalardır gece gündüz çalışıyorsun. Belki de biraz zihnini boşaltmanın zamanı gelmiştir? Enstitüde yeni bir meditasyon grubu başlıyor, belki birlikte bir bakabiliriz?
"Laura'nın omuzları, neredeyse fark edilmeyecek kadar hafif bir gerilimle dikleşti. Leo'nun sözleri, onu haftalarca kendine gelemediği o karanlık dönemi hatırlattı. Kapısında çorba kasesiyle bekleyişini... Sosyalleşmek iyi gelebilirdi, evet, ama o güvenli liman, şimdi karşısına aşılması zor bir duvar gibi dikiliyordu."
"Beyinlerle konuşmak, şu an için bana daha anlaşılır geliyor, Leo," dedi, ses tonu mesafeli ama kırıcı olmayan bir profesyonellikle. "Verilere odaklanalım."
Gün, deneyler, veri analizleri ve prototip testleriyle akıp gitti. Laura, ekibine liderlik ederken yüzündeki neşeli ifade ve enerjisi, etrafındakilere de motivasyon kaynağı oluyordu. Bir gülümsemesi, en sıkışık laboratuvar günlerinde bile moral verebiliyordu. Ancak saatler ilerledikçe ve enstitüdeki diğer ışıklar tek tek sönmeye başladıkça, Laura'nın enerjisi de yavaş yavaş yerini sakin, düşünceli bir hale bıraktı. Son hologramı kapattı, Vivaldi'nin yerini laboratuvarın derin sessizliği aldı.
Yaşam kompleksindeki dairesine döndüğünde, günün maskesi düşmüştü. Burası minimalist döşenmiş, sadece gerekli eşyaların bulunduğu, duvarlarında hiçbir kişisel fotoğrafın olmadığı bir yerdi. Sanki buradaki hayat, geçici bir misafirliği andırıyordu. Bir duvarı tamamen kaplayan kitaplığın raflarını, eski Yunan filozoflarının ve mitolojik hikayelerin ciltli baskıları dolduruyordu. Aralarında, lise yıllarından kalma, köşesi yıpranmış bir fizik kitabı da vardı. Ona dokundu. O kitap, ona laboratuvarların ve kütüphanelerin güvenli yalnızlığını, orada kaybolmanın verdiği huzuru hatırlatırdı. O zamanlar, karmaşık insan ilişkilerinden kaçmanın en iyi yolunun bu olduğunu sanmıştı. Ta ki, dışarıdaki dünyanın, kalp kırıklıklarının da en az kuantum fiziği kadar acımasız olduğunu anlayana kadar.
Akşam yemeğini hızlıca yedikten sonra, dairenin en değerli köşesine, Alpler'e bakan geniş cam panonun önüne geçti. Koltuğuna oturup, ayaklarını altına topladı.
"Dışarıda, güneş ufuk çizgisini yakıyordu. Bu kızıl alev, zihnini istemsizce geriye, dünyanın renklerinin solup griye döndüğü o boşluğa götürdü..."O an göğsünde yeniden hissettiği o bildik sızı, zihnini Enstitünün müdürü ve aynı zamanda en yakın arkadaşı Susan'ın kolunda, ağlamaktan bitap düşmüş halde, 'Neden?' diye tekrar tekrar sorduğu o günlere... Leo'nun elinde çorba kasesiyle kapısında beklediği, içeri girmek için onu ikna etmeye çalıştığı anlara...
Telefon ekranında hâlâ alev gibi yanan o cümleler zihnine kazınmıştı: "Sana daha fazla yalan söyleyemeyeceğim Laura, artık başka birini seviyorum. Elveda."
Ardından, kendi sesinin çaresizlikle titreyen o çocuksu, anlamsız sorusu:
"Bu nasıl olur?"
Cevap asla gelmemişti. Sadece bir blok işareti ve derin, sesiz bir boşluk kalmıştı geriye."
Gözleri, kitaplığındaki mitoloji ciltlerinde gezindi. Prometheus... İnsanlığa ateşi veren, onu karanlıktan aydınlığa taşıyan titan.
Zihninde, laboratuvardaki robotik el canlandı. Ona hareketi, kavramayı, belki bir gün hissetmeyi öğretmeye çalışıyordu. Ateşi veriyordu, tıpkı Prometheus gibi. Fiziksel bir eksikliği tamamlayacak ateşi... Ama bir başka eksiklik, daha derinlerde, onu yalnız bırakmış bir ilişkinin bıraktığı boşluk, hâlâ oradaydı.
İçini çekti ve fısıltı halinde, sözleri camda buğuya dönüşerek konuştu:
"Prometheus insanlara ateşi getirdi... bilgiyi, ilerlemeyi, medeniyetin kıvılcımını." Duraksadı, yeşil gözleri artık karanlığa bürünmüş olan zirvelerde kayboldu. Sesi bu sefer biraz daha yalın, biraz daha kırgın çıktı. "Peki ya aşkı? Aşkı kim getirdi? Onu hangi tanrı, hangi kahraman, hangi isyankar titan insanlığın o soğuk kalbine fısıldadı? Ateş yanmak için bir kıvılcım istedi de... aşk için ne gerekli? Ona bir kod yazılabilir mi?"
Soruları odanın ağır havasında asılı kaldı, yanıt bulamadan. Bu, bilimin çözemediği, verilerin açıklayamadığı, onun gibi birçoklarının hayatında eksik kalan tek denklemdi belki de.
Uzandı ve ışığı söndürdü. Yatağına uzandığında, zihni yorgunluk ve derin düşünceler arasında süzülüyordu. Dışarıda, Alpler'in üzerinde parlayan yıldızlar, uzak ve ulaşılmaz bir aşk gibi göz kırpıyordu. Göz kapakları ağırlaştı ve nihayetinde, Prometheus'un ateşinin bile aydınlatamadığı o içsel karanlıkta, sorusuyla baş başa kalarak uykuya daldı.
Nöral araştırmalar Enstitüsü, gece boyunca, içindeki sırlar ve henüz uyanmamış bir bilinçle birlikte, Alpler'in karanlık kucağında sessizce parlamaya devam etti.