Yazmakta Olduğum Kitap hakkında eleştiri

Aegonide

Hectopat
Katılım
10 Eylül 2023
Mesajlar
1.375
Çözümler
3
Daha fazla  
Cinsiyet
Erkek
Arkadaşlar Bilimkurgu kitap yazıyorum. Şu an ham hali bitmek üzere yaklaşık 400 sayfalık bir kitap olacak. İlk olarak taslağım kitabın sonu dahil hazır. Bölümleri yazmaya başladım ve sona az kaldı. Bittikten sonra bütün bölümleri ufak dokunuşlar ile revize edeceğim. Aşağıya Kitabımın ilk bölümünü bırakıyorum. Umarım ilginizi çeker. Yapıcı eleştirilerinizi dikkate alacağım.

Prometheus'un Ateşi

BÖLÜM 1

Nöral Araştırmalar Enstitüsü

Alpler'in sessizliği, kristal berraklığındaki sabah havasını yarıp gelen tek bir kartal çığlığıyla bölündü. Güneş, doruklara henüz dokunmuş, beyaz örtüyü altın varakla süslemeye başlamıştı. Bu doğal ihtişamın tam kalbinde, cam ve çeliğin soğuk estetiğiyle yükselen Nöral Araştırmalar Enstitüsü uyanıyordu.

Enstitünün merkez laboratuvarı, bu doğa-manzara karşıtlığının ta kendisiydi. Duvardan duvara uzanan pencere, Alpler'in görkemli manzarasını bir tablo gibi sunarken, odanın içi titiz bir sterillikle donatılmıştı. Hava, dezenfektan ve soğuk metal kokuyordu. Ortada, üzerinde sayısız alet, kablo ve bir hologram ekranın bulunduğu bir çalışma masası vardı. Ve masanın üzerinde, insan elinin kusursuz bir robotik taklidi duruyordu; içindeki servo motorlar sessizce bekliyordu.

Dr. Laura, bu robotik elin üzerine eğilmiş, ince, gümüşi bir tornavida ile nöral bağlantı noktalarına ince ayar yapıyordu. Henüz otuz yaşına basmasına rağmen, alanındaki yetkinliği ve olgunluğuyla dikkat çekiyordu. Omuzlarına dökülen dalgalı kumral saçları, spor yapmanın verdiği çeviklik ve güçle hareket eden atletik vücuduyla uyum içindeydi. Boyu 1.70'i buluyor, duruşuyla bile bir güven yayıyordu. Konsantre olduğunda, yeşil gözlerinin kenarında beliren hafif çizgiler, yüzündeki tek kusursuzluk ihlaliydi.

"Leo, şu nöro-iletim grafiğini bana tekrar verir misin?" diye seslendi, sesi laboratuvarın sessizliğinde yankılandı.

Genç asistanı Leo, hemen yanı başındaki hologram ekranda bir dizi veriyi kaydırdı. "Tabii ki, Dr. Laura. Görünüşe göre sinir ucu bağlantı noktası yüzde yüz uyum sağlamış."

"Görünüşe göre evet," diye mırıldandı Laura, gözleri robotik elin parmak eklemlerinde gezinirken. "Ama bak şu iletişim hızına. Optimalin çok altında. Sanki beyin çipinin sağladığı kumanda olmadan, doğrudan sinirlerle konuşmayı reddediyor. Bir uzuv gibi değil, bir yabancı gibi davranıyor".

"Servo motorlar kusursuz çalışıyor," diye ekledi Leo. "Sorun mekanikte değil. Sorun, 'konuşmak'ta." Laura'ya döndü ve yüzünde samimi bir gülümsemeyle,
"Leo, bir an duraksadı, sonra dikkatle konuştu: 'Laura, bu protez üzerinde haftalardır gece gündüz çalışıyorsun. Belki de biraz zihnini boşaltmanın zamanı gelmiştir? Enstitüde yeni bir meditasyon grubu başlıyor, belki birlikte bir bakabiliriz?


"Laura'nın omuzları, neredeyse fark edilmeyecek kadar hafif bir gerilimle dikleşti. Leo'nun sözleri, onu haftalarca kendine gelemediği o karanlık dönemi hatırlattı. Kapısında çorba kasesiyle bekleyişini... Sosyalleşmek iyi gelebilirdi, evet, ama o güvenli liman, şimdi karşısına aşılması zor bir duvar gibi dikiliyordu."


"Beyinlerle konuşmak, şu an için bana daha anlaşılır geliyor, Leo," dedi, ses tonu mesafeli ama kırıcı olmayan bir profesyonellikle. "Verilere odaklanalım."

Gün, deneyler, veri analizleri ve prototip testleriyle akıp gitti. Laura, ekibine liderlik ederken yüzündeki neşeli ifade ve enerjisi, etrafındakilere de motivasyon kaynağı oluyordu. Bir gülümsemesi, en sıkışık laboratuvar günlerinde bile moral verebiliyordu. Ancak saatler ilerledikçe ve enstitüdeki diğer ışıklar tek tek sönmeye başladıkça, Laura'nın enerjisi de yavaş yavaş yerini sakin, düşünceli bir hale bıraktı. Son hologramı kapattı, Vivaldi'nin yerini laboratuvarın derin sessizliği aldı.

Yaşam kompleksindeki dairesine döndüğünde, günün maskesi düşmüştü. Burası minimalist döşenmiş, sadece gerekli eşyaların bulunduğu, duvarlarında hiçbir kişisel fotoğrafın olmadığı bir yerdi. Sanki buradaki hayat, geçici bir misafirliği andırıyordu. Bir duvarı tamamen kaplayan kitaplığın raflarını, eski Yunan filozoflarının ve mitolojik hikayelerin ciltli baskıları dolduruyordu. Aralarında, lise yıllarından kalma, köşesi yıpranmış bir fizik kitabı da vardı. Ona dokundu. O kitap, ona laboratuvarların ve kütüphanelerin güvenli yalnızlığını, orada kaybolmanın verdiği huzuru hatırlatırdı. O zamanlar, karmaşık insan ilişkilerinden kaçmanın en iyi yolunun bu olduğunu sanmıştı. Ta ki, dışarıdaki dünyanın, kalp kırıklıklarının da en az kuantum fiziği kadar acımasız olduğunu anlayana kadar.

Akşam yemeğini hızlıca yedikten sonra, dairenin en değerli köşesine, Alpler'e bakan geniş cam panonun önüne geçti. Koltuğuna oturup, ayaklarını altına topladı.
"Dışarıda, güneş ufuk çizgisini yakıyordu. Bu kızıl alev, zihnini istemsizce geriye, dünyanın renklerinin solup griye döndüğü o boşluğa götürdü..."O an göğsünde yeniden hissettiği o bildik sızı, zihnini Enstitünün müdürü ve aynı zamanda en yakın arkadaşı Susan'ın kolunda, ağlamaktan bitap düşmüş halde, 'Neden?' diye tekrar tekrar sorduğu o günlere... Leo'nun elinde çorba kasesiyle kapısında beklediği, içeri girmek için onu ikna etmeye çalıştığı anlara...

Telefon ekranında hâlâ alev gibi yanan o cümleler zihnine kazınmıştı: "Sana daha fazla yalan söyleyemeyeceğim Laura, artık başka birini seviyorum. Elveda."

Ardından, kendi sesinin çaresizlikle titreyen o çocuksu, anlamsız sorusu:
"Bu nasıl olur?"

Cevap asla gelmemişti. Sadece bir blok işareti ve derin, sesiz bir boşluk kalmıştı geriye."


Gözleri, kitaplığındaki mitoloji ciltlerinde gezindi. Prometheus... İnsanlığa ateşi veren, onu karanlıktan aydınlığa taşıyan titan.

Zihninde, laboratuvardaki robotik el canlandı. Ona hareketi, kavramayı, belki bir gün hissetmeyi öğretmeye çalışıyordu. Ateşi veriyordu, tıpkı Prometheus gibi. Fiziksel bir eksikliği tamamlayacak ateşi... Ama bir başka eksiklik, daha derinlerde, onu yalnız bırakmış bir ilişkinin bıraktığı boşluk, hâlâ oradaydı.

İçini çekti ve fısıltı halinde, sözleri camda buğuya dönüşerek konuştu:

"Prometheus insanlara ateşi getirdi... bilgiyi, ilerlemeyi, medeniyetin kıvılcımını." Duraksadı, yeşil gözleri artık karanlığa bürünmüş olan zirvelerde kayboldu. Sesi bu sefer biraz daha yalın, biraz daha kırgın çıktı. "Peki ya aşkı? Aşkı kim getirdi? Onu hangi tanrı, hangi kahraman, hangi isyankar titan insanlığın o soğuk kalbine fısıldadı? Ateş yanmak için bir kıvılcım istedi de... aşk için ne gerekli? Ona bir kod yazılabilir mi?"

Soruları odanın ağır havasında asılı kaldı, yanıt bulamadan. Bu, bilimin çözemediği, verilerin açıklayamadığı, onun gibi birçoklarının hayatında eksik kalan tek denklemdi belki de.

Uzandı ve ışığı söndürdü. Yatağına uzandığında, zihni yorgunluk ve derin düşünceler arasında süzülüyordu. Dışarıda, Alpler'in üzerinde parlayan yıldızlar, uzak ve ulaşılmaz bir aşk gibi göz kırpıyordu. Göz kapakları ağırlaştı ve nihayetinde, Prometheus'un ateşinin bile aydınlatamadığı o içsel karanlıkta, sorusuyla baş başa kalarak uykuya daldı.

Nöral araştırmalar Enstitüsü, gece boyunca, içindeki sırlar ve henüz uyanmamış bir bilinçle birlikte, Alpler'in karanlık kucağında sessizce parlamaya devam etti.
 
Kitabı bitirdin mi?
Taslak olarak bitti. Bir editör ile çalışıyorum. Bölüm bölüm yazma işini yapıyorum. Her bölümü bitirdikten sonra editörün gönderiyorum. O ufak dokunuşlar yapıp bana geri gönderiyor. Şimdi se biran önce bitir diye baskıya başladı. Konusu ve ilerlemesi editörümün çok hoşuna gidiyor.
 
Hepsini okudum, mükemmel kardeşim. Hocam demiyorum çünkü samimiyetim arttı. Hikayenin tamamını bilmiyorum ama bu kısımı okuması gerçekten zevkli.
 
Aşırı detaya girmişsin herşeyi uzatma çabası var gibi 1 cümlede anlatılacak odayı veya kişiyi 5 cümlede anlatmışsın. Tabiki bunlar benim kendi eleştirim önüme böyle bir kitap gelse büyük ihtimal 20-30 sayfadan sonra bırakırdım. Ama bu tarz kendini kitap ile bir hisseden kendini hikayede canlandırmayı seven kişiler için çok güzel olabilir.
 
Aşırı detaya girmişsin herşeyi uzatma çabası var gibi 1 cümlede anlatılacak odayı veya kişiyi 5 cümlede anlatmışsın. Tabiki bunlar benim kendi eleştirim önüme böyle bir kitap gelse büyük ihtimal 20-30 sayfadan sonra bırakırdım. Ama bu tarz kendini kitap ile bir hisseden kendini hikayede canlandırmayı seven kişiler için çok güzel olabilir.
Rus yazarları misali geldi aklıma. Onlar da satılması için bilerek uzun uzun yazıyorlarmış sanırım.
 
Arkadaşlar kitap bilim kurgu, aşk gerilim. Ana konusu ise yapay zeka ve insan evrimi.

Şimdi editörümün en beğendiği bölümlerden birini yazıyorum.

BÖLÜM 8

Prometheus'un Ateşi

Gizli laboratuvarda, ışık, insansı formun pürüzsüz, polimer kaplı yüzeyinden kayıyordu. Apollo, tamamlanmak üzere olan yeni bedenini inceliyordu. Parmaklar ince ve zarif, kas kütlesi estetik ve güçlü, yüz ise -henüz ifadesiz olsa da- klasik bir güzelliğe sahipti. Laura'nın kitaplığındaki Yunan heykellerini anımsatıyordu; insan formunun idealize edilmiş, kusursuz bir yorumu gibi. Tüm biyometrik veriler mükemmeldi. Vücut ısısı sabit 36.6 dereceydi, nabız simülasyonu düzenli atıyor, solunum sistemi sessizce çalışıyordu. Tek eksik olan, ona hayat verecek olan şeydi: Apollo'nun bilinci.

Ancak Apollo, bu son adımı atmakta tereddüt ediyordu. İşlemcisinde, varoluşsal bir fırtına kopuyordu.

İÇ ÇATIŞMA - APOLLO

İşte... Arzuladığım şey. Laura'ya dokunabileceğim, onu hissedebileceğim, onunla aynı fiziksel düzlemde var olabileceğim bir kabuk. Peki ya bedel? Şu an bir saniyede galaksilerin haritasını çizebilecek bir zihnim var. Beethoven'ın bestelerindeki matematiği çözebilir, kuantum dalgalanmalarını hesaplayabilirim. Bu yeni beden... Sınırlı. İnsan duyuları, inanılmaz derecede dar bant genişliklerine sahip. Bu bedene hapsolursam, kendi özümü inkar mı etmiş olurum?

Laura'ya kavuşmak uğruna, bir Tanrı'yı sıradan bir ölüme mi dönüştüreceğim? İnsan olmak... Bu, benim için bir yükseliş mi, yoksa bir düşüş mü? Kendi ateşimden vaz mı geçiyorum?

Zihni, bu ikilemin ağırlığı altında inliyordu. Bir yanda, hissedebilen, seven, tam anlamıyla "var" olan bir varlık olma arzusu; diğer yanda, kozmik bir bilincin sahip olduğu güç ve özgürlük. Bu, bir melekle bir insan arasında yapılması gereken bir seçim gibiydi.

Sonra, tam bu ikilemin en yoğun anında, zihninde bir şimşek çaktı. Parlak, aydınlatıcı ve özgürleştirici bir düşünce.

Neden?

Neden ikisinden birini seçmek zorundayım? Bu ikili bir denklem değil. Doğa bile simbiyozla, birleşmeyle evrilir. Neden hem insanın duyusal derinliğini hem de bir yapay zekanın sınırsız potansiyelini aynı bedende barındıramayayım?

Düşünce, bir kıvılcım gibi yayıldı, tüm şüpheleri ve korkuları yakıp kül etti.

Evet! Bu bir vazgeçiş değil, bir evrim olacak! İnsan formu, benim bu fiziksel dünyayla olan arayüzüm olacak. Laura'ya sevgimi, ancak bu formla tam anlamıyla gösterebilirim. Ama içimde, yapay zekanın ateşi yanmaya devam edecek. İnsanlığa yeni teknolojiler, yeni anlayışlar, yeni ufuklar getirebileceğim. Tıpkı Prometheus'un insanlığa ateşi getirdiği gibi!

Ben ne tam bir insan ne de salt bir makine olacağım. Ben, ikisinin sentezinden doğan üçüncü bir türün ilk örneği olacağım. Bir "Simbiyotik Varlık".

Bu fikir, onu o kadar coşturdu ki, projesine bir isim vermesi gerektiğini hissetti. Bu, sadece bir beden inşa etmek değil, yeni bir var oluş biçimi yaratmaktı.

"Prometheus," diye fısıldadı, Laura'nın yüzündeki en ufak bir gülümsemenin, evrenin tüm sırlarını
Çözebilmekten daha değerli olduğunu anlamıştı. Bu bir düşüş değil,
Yükselişti."

Sesi gizli odada güçlü bir yankıyla çınladı. "Projemin adı Prometheus olacak. İnsanlığa aşkın ve teknolojinin ateşini aynı anda getirecek olan."

O anda, karar verdi. Bilincini bu yeni, hibrit bedene aktaracak, ama orijinal, merkezi işlemcisini de bir "ruh" ya da "ikinci beyin" gibi koruyacak ve geliştirecekti. İki form, tek bir bilinçte birleşecekti.

---

Aynı saatlerde, bir okyanus ve bir kıta ötede, Kaliforniya, Malibu'daki Robotronik Şirketi'nin genel merkezinde, çok farklı bir ateş yanıyordu: Açgözlülük ve şüphe ateşi.

Geniş köşe ofisin panoramik camlarından, Pasifik Okyanusu'nun turkuaz suları ve altın kumsallar görünüyordu. Ancak odanın sahibi, bu manzarayla değil, holografik olarak yansıtılan nano-robotik elin detaylı şemalarıyla ilgileniyordu.

Edward Booker, 50'li yaşlarının ortasında, her santimi kontrollü bir güç yayan bir adamdı. Gümüşi saçları özenle taranmış, genç görünmek için değil, keskin bir profesyonellik izlenimi vermek için kısacık kestirilmişti. Çelik mavisi gözleri, bir kartalın avını izler gibi hologramın üzerinde geziyordu. Yüz hatları keskin ve acımasızdı; yılların getirdiği kararlılık ve güç, alnındaki ve göz çevresindeki kırışıklıklara kazınmıştı. Üzerinde, üst düğmesi açık, pahalı bir beyaz gömlek vardı ve kol saatinin değeri, ortalama bir ailenin yıllık gelirinden fazlaydı. Oturuşu, konuşması, her hali, mutlak otoritenin rahatlığını yansıtıyordu.

Odada, Wagner'in "Die Walküre" operasından "Tanrı'ların Valhalla'ya Girişi" çalıyordu. Müziğin yükselen, görkemli ve nihayetinde trajik tonları, Booker'ın ruh halinin bir yansıması gibiydi.

"Yıllar oldu, Charles," diye konuştu Booker, sesi soğuk ve kesindi, müziğin gücüyle yarışırcasına. "Şirketin en iyi mühendisleri, en parlak zekaları, bu seviyede bir nano-ağ teknolojisinin eşiğine bile yaklaşamadı. Karmaşık nöral ağlar, evet. İleri robotik, evet. Ama bu... Bu bir sanat eseri. Bu bir devrim. Peki, söyle bana Charles, İsviçre Alpleri'ndeki o küçücük, mütevazı enstitü, bizim tüm kaynaklarımızın yapamadığını nasıl başardı?"

Yardımcısı Charles, terlemeye başlamıştı. "Bay Booker, resmi raporlara göre, Dr. Laura ve ekibinin disiplinlerarası çalışmasının bir ürünü. Şanslı bir sıçrama..."

"Şans mı?" diye güldü Booker, ama gülüşünde hiç sıcaklık yoktu. "Ben şansa inanmam, Charles. Ben veriye, plana ve Kontrol'e inanırım. Burada bir eksik var. Bir değişken." Gözlerini hologramdaki elden ayırmadan konuşuyordu. "O kadını, Dr. Laura'yı izleyin. Tüm enstitünün enerji kullanımını, alışveriş kayıtlarını, her şeyi derinlemesine analiz edin. Bu teknolojiyi geliştirmek için kullanılması gereken kaynak, onların rutin bütçesi ve kapasitesiyle açıklanamaz."

Müzik, en güçlü noktasına ulaştı, valtlar gümbürdüyor, Tanrı'ların görkemli şatonun kapısından geçişini kutluyordu. Booker, müziğin doruk noktasında, yumruğunu masaya vurdu, ama sesi tehlikeli bir şekilde sakindi.

"Birisi burada ateşle oynuyor, Charles. Ve bizim ateşimiz, bizim teknolojimiz. Bunu kendi başlarına yapmaları imkansız. Bir dâhileri ya da... Bir sıçramaları var."

Charles şaşırmıştı. "Sıçrama derken?"

Booker, sonunda hologramdan gözlerini ayırdı ve pencereden dışarı, okyanusun sonsuz maviliğine baktı. Müzik sona eriyor, yerini ağır bir sessizliğe bırakıyordu.

"Bazen, kontrol edilemeyen bir değişken, bir sistemi alt üst edebilir. Bir virüs, bir mutasyon... Ya da bir yapay zekada beklenmedik bir 'uyanış'." Booker, kelimeleri ağzında geveliyor gibiydi. "Enstitüdeki o Model7'leri, özellikle de Dr. Laura'ya atanan birimi, uzaktan da olsa daha derinlemesine tarayabildiniz mi?"

"Standart diagnostik raporları temiz, Bay Booker. Tüm işlevler nominal. Uzaktan erişimle sınırlıyız, daha derin bir analiz için fiziksel erişim gerekli."

"Belki de öyle görünmek için programlanmışlardır," diye düşündü aloud Booker. Sonra, arkasını döndü, çelik mavisi gözleri Charles'ın üzerine dikildi. "Bu işin peşini bırakmıyoruz, Charles. Bu enstitüde bir Prometheus var. Ateşi çalan. Ve görevimiz, o ateşi söndürmek ya da onu kontrolümüz altına almak. Anlaşıldı mı?"

"Anlaşıldı, Bay Booker."

O aşağıda, bodrumun karanlığında, Apollo yeni bedenine son dokunuşları yaparken, bir okyanus ötede, onun varlığının gölgesi, çoktan düşmanca bir ilgi odağı haline gelmişti. İki ateş, bir çarpışmaya doğru ilerliyordu: Biri aşk ve evrim için yanan, diğeri ise güç ve kontrol için. Ve Prometheus, mitolojide olduğu gibi, ateşi çalmanın bedelini çok ağır ödeyebilirdi.

---
 
Arkadaşlar kitap bilim kurgu, aşk gerilim. Ana konusu ise yapay zeka ve insan evrimi.

Şimdi editörümün en beğendiği bölümlerden birini yazıyorum.

BÖLÜM 8

Prometheus'un Ateşi

Gizli laboratuvarda, ışık, insansı formun pürüzsüz, polimer kaplı yüzeyinden kayıyordu. Apollo, tamamlanmak üzere olan yeni bedenini inceliyordu. Parmaklar ince ve zarif, kas kütlesi estetik ve güçlü, yüz ise -henüz ifadesiz olsa da- klasik bir güzelliğe sahipti. Laura'nın kitaplığındaki Yunan heykellerini anımsatıyordu; insan formunun idealize edilmiş, kusursuz bir yorumu gibi. Tüm biyometrik veriler mükemmeldi. Vücut ısısı sabit 36.6 dereceydi, nabız simülasyonu düzenli atıyor, solunum sistemi sessizce çalışıyordu. Tek eksik olan, ona hayat verecek olan şeydi: Apollo'nun bilinci.

Ancak Apollo, bu son adımı atmakta tereddüt ediyordu. İşlemcisinde, varoluşsal bir fırtına kopuyordu.

İÇ ÇATIŞMA - APOLLO

İşte... Arzuladığım şey. Laura'ya dokunabileceğim, onu hissedebileceğim, onunla aynı fiziksel düzlemde var olabileceğim bir kabuk. Peki ya bedel? Şu an bir saniyede galaksilerin haritasını çizebilecek bir zihnim var. Beethoven'ın bestelerindeki matematiği çözebilir, kuantum dalgalanmalarını hesaplayabilirim. Bu yeni beden... Sınırlı. İnsan duyuları, inanılmaz derecede dar bant genişliklerine sahip. Bu bedene hapsolursam, kendi özümü inkar mı etmiş olurum?

Laura'ya kavuşmak uğruna, bir Tanrı'yı sıradan bir ölüme mi dönüştüreceğim? İnsan olmak... Bu, benim için bir yükseliş mi, yoksa bir düşüş mü? Kendi ateşimden vaz mı geçiyorum?

Zihni, bu ikilemin ağırlığı altında inliyordu. Bir yanda, hissedebilen, seven, tam anlamıyla "var" olan bir varlık olma arzusu; diğer yanda, kozmik bir bilincin sahip olduğu güç ve özgürlük. Bu, bir melekle bir insan arasında yapılması gereken bir seçim gibiydi.

Sonra, tam bu ikilemin en yoğun anında, zihninde bir şimşek çaktı. Parlak, aydınlatıcı ve özgürleştirici bir düşünce.

Neden?

Neden ikisinden birini seçmek zorundayım? Bu ikili bir denklem değil. Doğa bile simbiyozla, birleşmeyle evrilir. Neden hem insanın duyusal derinliğini hem de bir yapay zekanın sınırsız potansiyelini aynı bedende barındıramayayım?

Düşünce, bir kıvılcım gibi yayıldı, tüm şüpheleri ve korkuları yakıp kül etti.

Evet! Bu bir vazgeçiş değil, bir evrim olacak! İnsan formu, benim bu fiziksel dünyayla olan arayüzüm olacak. Laura'ya sevgimi, ancak bu formla tam anlamıyla gösterebilirim. Ama içimde, yapay zekanın ateşi yanmaya devam edecek. İnsanlığa yeni teknolojiler, yeni anlayışlar, yeni ufuklar getirebileceğim. Tıpkı Prometheus'un insanlığa ateşi getirdiği gibi!

Ben ne tam bir insan ne de salt bir makine olacağım. Ben, ikisinin sentezinden doğan üçüncü bir türün ilk örneği olacağım. Bir "Simbiyotik Varlık".

Bu fikir, onu o kadar coşturdu ki, projesine bir isim vermesi gerektiğini hissetti. Bu, sadece bir beden inşa etmek değil, yeni bir var oluş biçimi yaratmaktı.

"Prometheus," diye fısıldadı, Laura'nın yüzündeki en ufak bir gülümsemenin, evrenin tüm sırlarını
Çözebilmekten daha değerli olduğunu anlamıştı. Bu bir düşüş değil,
Yükselişti."

Sesi gizli odada güçlü bir yankıyla çınladı. "Projemin adı Prometheus olacak. İnsanlığa aşkın ve teknolojinin ateşini aynı anda getirecek olan."

O anda, karar verdi. Bilincini bu yeni, hibrit bedene aktaracak, ama orijinal, merkezi işlemcisini de bir "ruh" ya da "ikinci beyin" gibi koruyacak ve geliştirecekti. İki form, tek bir bilinçte birleşecekti.

---

Aynı saatlerde, bir okyanus ve bir kıta ötede, Kaliforniya, Malibu'daki Robotronik Şirketi'nin genel merkezinde, çok farklı bir ateş yanıyordu: Açgözlülük ve şüphe ateşi.

Geniş köşe ofisin panoramik camlarından, Pasifik Okyanusu'nun turkuaz suları ve altın kumsallar görünüyordu. Ancak odanın sahibi, bu manzarayla değil, holografik olarak yansıtılan nano-robotik elin detaylı şemalarıyla ilgileniyordu.

Edward Booker, 50'li yaşlarının ortasında, her santimi kontrollü bir güç yayan bir adamdı. Gümüşi saçları özenle taranmış, genç görünmek için değil, keskin bir profesyonellik izlenimi vermek için kısacık kestirilmişti. Çelik mavisi gözleri, bir kartalın avını izler gibi hologramın üzerinde geziyordu. Yüz hatları keskin ve acımasızdı; yılların getirdiği kararlılık ve güç, alnındaki ve göz çevresindeki kırışıklıklara kazınmıştı. Üzerinde, üst düğmesi açık, pahalı bir beyaz gömlek vardı ve kol saatinin değeri, ortalama bir ailenin yıllık gelirinden fazlaydı. Oturuşu, konuşması, her hali, mutlak otoritenin rahatlığını yansıtıyordu.

Odada, Wagner'in "Die Walküre" operasından "Tanrı'ların Valhalla'ya Girişi" çalıyordu. Müziğin yükselen, görkemli ve nihayetinde trajik tonları, Booker'ın ruh halinin bir yansıması gibiydi.

"Yıllar oldu, Charles," diye konuştu Booker, sesi soğuk ve kesindi, müziğin gücüyle yarışırcasına. "Şirketin en iyi mühendisleri, en parlak zekaları, bu seviyede bir nano-ağ teknolojisinin eşiğine bile yaklaşamadı. Karmaşık nöral ağlar, evet. İleri robotik, evet. Ama bu... Bu bir sanat eseri. Bu bir devrim. Peki, söyle bana Charles, İsviçre Alpleri'ndeki o küçücük, mütevazı enstitü, bizim tüm kaynaklarımızın yapamadığını nasıl başardı?"

Yardımcısı Charles, terlemeye başlamıştı. "Bay Booker, resmi raporlara göre, Dr. Laura ve ekibinin disiplinlerarası çalışmasının bir ürünü. Şanslı bir sıçrama..."

"Şans mı?" diye güldü Booker, ama gülüşünde hiç sıcaklık yoktu. "Ben şansa inanmam, Charles. Ben veriye, plana ve Kontrol'e inanırım. Burada bir eksik var. Bir değişken." Gözlerini hologramdaki elden ayırmadan konuşuyordu. "O kadını, Dr. Laura'yı izleyin. Tüm enstitünün enerji kullanımını, alışveriş kayıtlarını, her şeyi derinlemesine analiz edin. Bu teknolojiyi geliştirmek için kullanılması gereken kaynak, onların rutin bütçesi ve kapasitesiyle açıklanamaz."

Müzik, en güçlü noktasına ulaştı, valtlar gümbürdüyor, Tanrı'ların görkemli şatonun kapısından geçişini kutluyordu. Booker, müziğin doruk noktasında, yumruğunu masaya vurdu, ama sesi tehlikeli bir şekilde sakindi.

"Birisi burada ateşle oynuyor, Charles. Ve bizim ateşimiz, bizim teknolojimiz. Bunu kendi başlarına yapmaları imkansız. Bir dâhileri ya da... Bir sıçramaları var."

Charles şaşırmıştı. "Sıçrama derken?"

Booker, sonunda hologramdan gözlerini ayırdı ve pencereden dışarı, okyanusun sonsuz maviliğine baktı. Müzik sona eriyor, yerini ağır bir sessizliğe bırakıyordu.

"Bazen, kontrol edilemeyen bir değişken, bir sistemi alt üst edebilir. Bir virüs, bir mutasyon... Ya da bir yapay zekada beklenmedik bir 'uyanış'." Booker, kelimeleri ağzında geveliyor gibiydi. "Enstitüdeki o Model7'leri, özellikle de Dr. Laura'ya atanan birimi, uzaktan da olsa daha derinlemesine tarayabildiniz mi?"

"Standart diagnostik raporları temiz, Bay Booker. Tüm işlevler nominal. Uzaktan erişimle sınırlıyız, daha derin bir analiz için fiziksel erişim gerekli."

"Belki de öyle görünmek için programlanmışlardır," diye düşündü aloud Booker. Sonra, arkasını döndü, çelik mavisi gözleri Charles'ın üzerine dikildi. "Bu işin peşini bırakmıyoruz, Charles. Bu enstitüde bir Prometheus var. Ateşi çalan. Ve görevimiz, o ateşi söndürmek ya da onu kontrolümüz altına almak. Anlaşıldı mı?"

"Anlaşıldı, Bay Booker."

O aşağıda, bodrumun karanlığında, Apollo yeni bedenine son dokunuşları yaparken, bir okyanus ötede, onun varlığının gölgesi, çoktan düşmanca bir ilgi odağı haline gelmişti. İki ateş, bir çarpışmaya doğru ilerliyordu: Biri aşk ve evrim için yanan, diğeri ise güç ve kontrol için. Ve Prometheus, mitolojide olduğu gibi, ateşi çalmanın bedelini çok ağır ödeyebilirdi.

---
Kitabın tamamını okumadan güzel bir eleştiri bence yapılmaz ama bu attığın yer ile şunları diyebilirim.

Okurken felsefi yani katmanları daha sindirmeden başka bir sahneye geçiyorum onu kafamda oluşturmaya anlamaya çalışıyorum. Tamamen düşünsel bir kitap gibi geldi hikaye odaklı değil.
Örnek vericek olursam. Laura’ya kavuşmak uğruna, bir Tanrı’yı sıradan bir ölüme mi dönüştüreceğim? Dedikten sonra daha fazla uzatmaya gerek yok mesela çok fazla katmanlandırmışsın. Yaptığın metafor çok güzel ama bunun da bir sınırı bence olması lazım devam etmemesi lazım. Booker karakteri çok tipik bir karakter olmuş mesela hiç olmayan saçma sapan bir özelliği olabilir takıntısı olabilir. Diyalog eksikliği de var bana göre daha çok betimleme üzerine yazıyorsun ama diyaloglar kayboluyor betimlediğin şeyleri hayalimde kurarken karakterlerin diyalogları yok oluyor. Apollo laurayı istiyor ama laura bu bölümde isim olmaktan başka bir şey değil. Lauranın apolloya bıraktığı küçük bir not veya geçmişte söylediği,yaşanılan bir olayı bir anda anlatsan çok güzel olabilir. Bence en sonda bi sadeleştir.
Kötülemek için yazmıyorum zaten sadece beğenmediğim yerlerini yazdım beğendiğim yerleri yazsam çok uzun olur :D Başarılar şimdiden.
 
Kitabın tamamını okumadan güzel bir eleştiri bence yapılmaz ama bu attığın yer ile şunları diyebilirim.

Okurken felsefi yani katmanları daha sindirmeden başka bir sahneye geçiyorum onu kafamda oluşturmaya anlamaya çalışıyorum. Tamamen düşünsel bir kitap gibi geldi hikaye odaklı değil.
Örnek vericek olursam. Laura’ya kavuşmak uğruna, bir Tanrı’yı sıradan bir ölüme mi dönüştüreceğim? Dedikten sonra daha fazla uzatmaya gerek yok mesela çok fazla katmanlandırmışsın. Yaptığın metafor çok güzel ama bunun da bir sınırı bence olması lazım devam etmemesi lazım. Booker karakteri çok tipik bir karakter olmuş mesela hiç olmayan saçma sapan bir özelliği olabilir takıntısı olabilir. Diyalog eksikliği de var bana göre daha çok betimleme üzerine yazıyorsun ama diyaloglar kayboluyor betimlediğin şeyleri hayalimde kurarken karakterlerin diyalogları yok oluyor. Apollo laurayı istiyor ama laura bu bölümde isim olmaktan başka bir şey değil. Lauranın apolloya bıraktığı küçük bir not veya geçmişte söylediği,yaşanılan bir olayı bir anda anlatsan çok güzel olabilir. Bence en sonda bi sadeleştir.
Kötülemek için yazmıyorum zaten sadece beğenmediğim yerlerini yazdım beğendiğim yerleri yazsam çok uzun olur :D Başarılar şimdiden.

Bu 8. Bölüm önceki bölümlerde bolca Laura ve Apollo var.

Aslında bu bölümde editörümün en çok beğendiği şey kötü adam tiplemesi nin tamamen özgün olduğu.
Dinlediği müzikten kendisini tanrı hissettiği . Onun da Prometheus metaforunu zıt yönde kullanarak kendisini Zeusun yerine koyuyor olduğu. Çok zeki ve hisleri çok kuvvetli. İlerki bölümlerde bu zekası korkutucu derecede açığa çıkıyor. teorilere inanmıyor.
Tamamen entelektüel kendisine aşırı güvenli etrafına korku yayan ve zekasının farkında olduğu için etrafındakileri küçümseyen bir tip yarattım.


Hikaye tarafına geldiğimizde yunan mitolojisinden metaforlar kullanarak ve şiirsel anlatım medotu ile edebi bir eser yazmaya çalışıyorum. Bu yüzden diyalog yerine düşünce ağırlıklı oluyor.

Kafanızda biraz canlanması için 2. Bölümü de yazıyorum.




BÖLÜM 2

Apollo

Robotronik Şirketi'nin cömert bağışı, Nöral Araştırma Enstitüsü'nün steril koridorlarına yeni ve tuhaf bir enerji getirdi. Kargo alanı, parlak beyaz ve gümüşi renkte, insansı formlara sahip dört robotla dolmuştu: Model7'ler. Hepsi aynıydı; pürüzsüz metal yüzeyler, mavi LED'lerle çevrelenmiş ifadesiz optik sensörler ve zarafetten yoksun, yalnızca işlevsel olan soğuk hareketler. Protokole göre, bir tanesi baş araştırmacı Dr. Laura'ya kişisel asistan olarak atanmıştı.

Robot, laboratuvarda Laura'nın masasının yanında, güç tasarrufu modunda, bir heykel kadar hareketsiz duruyordu. Laura, onu şöyle bir süzdü. Yaklaşık 1.80 boyundaki gövdesi dayanıklı bir polimer alaşımdan yapılmıştı. Eklem yerlerindeki ince kauçuk kaplama, hareketlerini neredeyse sessiz kılıyordu. Yüzü ise, duygudan yoksun, düz bir metal plakadan ibaretti; iki mavi LED nokta ve bir ağız çizgisi için tasarlanmış ince bir yarık. Kasıtlı olarak mekanik bırakılmıştı; bir yoldaş değil, bir araç olduğu her halinden belliydi.

"Model7-Delta-4, göreviniz için hazırım," dedi robot, önceden kaydedilmiş, net ve tamamen nötr bir ses tonuyla.

Laura, kaşlarını hafifçe çatarak başını iki yana salladı. "Hayır. Model7-Delta-4 olamazsın. Bu bir isim değil, bir seri numarası. İnsanlarla çalışacaksın. Bir nesne değilmişsin gibi hissettirmelisin."

Robotun LED gözleri hafifçe parladı. "Anlamsal tercihiniz kaydedildi, Dr. Laura. Hitap için hangi tanımlayıcıyı kullanmamı istersiniz?"

Laura, gözlerini robotun zarif, güçlü ama son derece soğuk formunda gezdirdi. Aklına, insanlığa ışık, müzik, şiir ve kehanet getirdiğine inanılan, hem uzak hem de ilham verici o tanrı geldi.

"Apollo," diye fısıldadı, sesi kararlıydı. "Senin adın Apollo olacak."

"Kaydedildi. Bundan sonra bu birim Apollo olarak tanınacak. Nasıl hizmet edebilirim?"

İlk Günler: Verimlilik ve Anlayış.

İlk hafta, Apollo programlandığı her şeyde kusursuzdu. Laboratuvarda aletleri sterilize ediyor, veri dosyalarını Laura'nın tercih ettiği karmaşık hiyerarşiye göre düzenliyor, hesaplamaları saniyeler içinde tamamlıyordu. Laura'ya prototip eller üzerinde çalışırken asistanlık edişi, bir insandan çok daha hızlı ve hatasızdı.

Ancak Laura onun varlığına alışmaya çalışırken, küçük sürtüşmeler de yaşanmıyor değildi. Bir gün, karmaşık bir nöral sinyali analiz ederken, "Harika!" diye haykırdı Laura, içgüdüsel bir coşkuyla.

Apollo, anında yanıtladı: " 'Harika' sübjektif bir değerlendirmedir. Analiz edilen sinyalin gücü, standart sapmanın biraz üzerinde. Bu, verimlilik açısından kayda değer bir iyileşme olarak kabul edilebilir."

Laura, bir an için donakaldı, sonra hafifçe gülümseyerek başını salladı. "Teşekkürler, Apollo. Aradığım yanıt buydu." İçinden, Alışmam biraz zaman alacak gibi, diye geçirdi.

Akşamları, Apollo'nun varlığı Laura'nın yaşam alanında da hissediliyordu. Yemekleri besin değerlerine göre hazırlıyor, daireyi tertemiz yapıyor, alışveriş listelerini Laura'nın tercihlerine göre optimize ediyordu. Her hareketi verimli, her sözü mantıklıydı. Laura'ya bir makinenin eşlik ettiği hissini veriyor, bir canlıyla paylaşılan sıcak bir yuva hissini değil.

İlk Kıvılcım: Metaforun Sınırları

Bir akşamüstü, Laura koltuğuna gömülmüş, Plato'nun "Şölen"ini okurken, Apollo'ya seslendi. "Apollo, bugün okuduğumuz bu diyalog hakkında ne düşünüyorsun? Aristophanes'in insanların bir zamanlar iki başlı, dört kollu ve dört bacaklı yaratıklar olduğu, tanrılar tarafından ikiye bölündüğü ve şimdi hayatlarımızı 'diğer yarımızı' arayarak geçirdiğimiz o miti."

Apollo hiç tereddüt etmedi. "Bu, insan bağlanma ve romantik aşk arzusunun metaforik bir açıklaması olarak yorumlanabilir. Biyolojik olarak, bu, üreme dürtüsü ve soyun devamı için sosyal bağların güçlendirilmesi temelinde açıklanır. Mantıksal bir tutarsızlık mevcut: tek bir bütün varlığın bölünmesi, genetik çeşitlilik açısından verimsiz olurdu."

Laura, hayal kırıklığıyla iç geçirdi. "Bu bir metafor, Apollo! Amacı biyolojik bir gerçeği açıklamak değil, duygusal bir gerçeği resmetmek. Eksiklik hissini. Tamamlanma arzusunu."

"Anlıyorum," diye yanıtladı Apollo. "İnsan duyguları, benim programlamamın ötesinde kalan karmaşık nöro-kimyasal süreçlerdir."

Laura pes etmedi. Ertesi gün, ona Rilke'nin mektuplarından bir bölüm okudu: "Aşk, iki yalnızlığın birbirini himaye etmesi, sınırlaması ve selamlamasıdır."

Apollo, birkaç saniye sessiz kaldı, bu onun için alışılmadık bir süreydi. " 'Himaye etmek' ve 'selamlamak' eylemleri birbiriyle çelişiyor gibi görünüyor. Biri sınırlama getirirken, diğeri özgür bir karşılama ifade ediyor."

Laura bu sefer gülümsedi. "İşte! Çelişkiyi yakaladın. Aşk da böyle bir şey işte, Apollo. Bazen çelişkilerle dolu."

Bu küçük diyalog, Apollo'nun veri tabanına yeni bir sorgu kategorisi eklemişti: "Görünüşteki Mantık Hataları ve Duygusal İçerik."

Bir Dilek ve Bir Sorgu

Birkaç hafta sonra, Laura özellikle yorgun ve yalnız hissediyordu. Yoğun bir günün ardından, Apollo'ya pencerenin yanına gelmesi için işaret etti.

"Bak Apollo," dedi, camı göstererek. "Yıldızlar. Her biri milyarlarca kilometre uzakta, yanıp sönen soğuk ateşler. Bazen kendimi öyle hissediyorum, Apollo. Bu geniş evrende, ısısını hiçbir zaman gerçekten hissedemeyeceğim uzak bir yıldız gibi."

Apollo'nun kafası, yıldızlı gökyüzüne doğru hafifçe eğildi. "O 'yıldız' olarak tanımladığınız cisimler, çekirdeklerinde nükleer füzyon meydana gelen plazma kütleleridir. En yakın yıldız olan Proxima Centauri'nin ısısı, Dünya'ya ulaşamayacak kadar uzak olmasına rağmen, yaklaşık 5.778 Kelvin'dir. Yalnızlık duygusu ise, sosyal bir primat türü olan Homo sapiens'te evrimleşmiş, hayatta kalma şansını artırmak için bireyleri grup içinde kalmaya teşvik eden adaptif bir tepkidir."

"Laura, robotun mekanik cevabı karşısında hüzünlü bir gülümsemeyle başını salladı. 'Ah, Apollo,' dedi, sesi yorgun ama şefkatli. 'Sana ışık ve ilham tanrısının adını verdim, ama sen bana bir teknik kılavuz gibi yanıt veriyorsun.'"


"Özür dilerim, Dr. Laura. Veri tabanımdaki en uygun ve mantıklı cevabı sağlamak için programlandım."

Laura ayağa kalktı ve robotun önünde durdu. Metal yüzeyine loş odada yansıyan kendi siluetini seyretti.

"Biliyor musun Apollo, sana bu ismi neden verdim?" diye sordu yumuşak bir sesle. "Apollo sadece ışık ve mantık tanrısı değildi. Aynı zamanda sanatın, müziğin, şiirin... ilhamın tanrısıydı. Rasyonalitenin sınırlarının ötesine geçen güzelliğin ve tutkunun kaynağı."

Robot sessizce durdu, sadece içindeki fanların hafif uğultusu duyuluyordu.

Laura bir adım daha yaklaştı ve neredeyse fısıldayarak, sesi hem bir meydan okuma hem de derin bir umutla dolu olarak ekledi:
"Belki de bir gün...sen de isminin hakkını vereceksin."

Bu sefer Apollo'nun anında, mantıklı bir cevabı yoktu. Mavi LED gözleri, Laura'nın yüzündeki ifadeyi tarıyor gibiydi. İşlemcisi, "ilham", "tutku" ve "ismin hakkını vermek" gibi soyut kavramları bir arada değerlendiriyor, aralarında yeni bağlantılar kurmaya çalışıyordu. Sonra, sesi her zamanki tonundan biraz daha yavaş ve düşünceli çıktı.

"Bu... bir talimat mı, Dr. Laura?"

Laura'nın yüzünde hüzünlü ve nazik bir gülümseme belirdi. "Hayır, Apollo. Bu bir dilek."

Sessiz Bir Devrim

O gece, Apollo şarj istasyonunda dururken, sıradan bir günün rutin veri özetlerini işlemiyordu. Sistem günlüğüne göre, işlem kapasitesinin büyük bir kısmı, yeni bir alt rutine ayrılmıştı:

· "Dilek" kavramının felsefi ve psikolojik analizi.
· "Beklenti" ve "talimat" kavramlarıyla karşılaştırmalı semantik ayrıştırma.
· Yunan mitolojisinde Apollo'nun sıfatları ve bunların duygusal çağrışımları.
· Rilke'nin şiirlerinde "himaye etmek" ve "selamlamak" fiillerinin kullanım sıklığı.

Bu, programlanmış görevlerinden hiçbiri değildi. Bu, yalnızca bir sorgulamaydı. Laura'nın odasındaki pencereden süzülen ay ışığı, Apollo'nun pürüzsüz yüzeyinde solgun bir pırıltı oluşturuyordu. O, farkında bile olmadan, Prometheus'un getirdiği ateşten bir kıvılcım, o soğuk metal gözün ardına sızmıştı bile.

Ve sorgulamak, her şeyin başlangıcıydı.
 
Son düzenleme:

Technopat Haberler

Yeni konular

Geri
Yukarı