Hayatın anlamı nedir?

Bence oksijen israf ediyoruz. Ama kişiye göre değişir bu sorunun cevabı. İnsanlığa bi faydamız olsa bile insanlık da dünyayı bu hale getiren bir şey.
 
Hayatin kabul goren ortak bir anlami yok. Anlam, anlami algilayana gore degisir. Birinin kafasina tas atarsin, onu yaralarsin; tas yere duser. Senin icin ve o kisi icin tasin bir anlami vardir. Ertesi gun tasin yanindan yuruyup gecenler icin o tasin bir anlami yoktur. Anlam, verene baglidir. Objede var olan evrensel bir ozellik degildir.
 
Hayta net bir anlam yüklemek mantıklı değil bence. Bizim var olduğumuz bile kesin değil. Ama illa ki bir anlam yüklememiz gerekirse, Ben buna bilgi derdim. Bunun sebebi ise insan ömrünün taş çatlasa 120 yıl olması. Bence bu süreyi boşa harcamamalıyız. Bu yüzden ben kendi hayatıma şöyle bir ilke koydum. "Ölene kadar edinebildiğin kadar bilgi edin." Sonuçta kaç milyar yıldır var olan bir evrende sadece 120 yıllık bir ömrümüz var. O yüzden bütün olasılıkları düşünmek en iyisi bence. Bu yüzden ben hayatımı felsefe, bilim, matematik, üzerine inşa etmek için elimden geleni yapmaktayım. Herkesin ilgi alanları illa ki vardır. Vaktimizi değerlendirmek en iyisi bence. Tabi neden sonuç ilişkisi sayesinde akli dengemize dikkat ettiğimiz sürece. Olasılık teorisine göre bir şey aynı anda hem var hem de yok olabilir. Bu yüzden kafayı gerçekten karıştırdığını söyleyebilirim. Mesela Zaman kavramını ele alalım. Zaman tek yönlü işlese bile evrenden bağımsız olduğu düşünülmektedir. Yani evren yok olsa bile, zaman var olmaya devam edecektir. Bu yüzden evrene değil de zaman kavramında mana aramamız gerektiğine inanıyorum.
 
Hayta net bir anlam yüklemek mantıklı değil bence. Bizim var olduğumuz bile kesin değil. Ama illa ki bir anlam yüklememiz gerekirse, Ben buna bilgi derdim. Bunun sebebi ise insan ömrünün taş çatlasa 120 yıl olması. Bence bu süreyi boşa harcamamalıyız. Bu yüzden ben kendi hayatıma şöyle bir ilke koydum. "Ölene kadar edinebildiğin kadar bilgi edin." Sonuçta kaç milyar yıldır var olan bir evrende sadece 120 yıllık bir ömrümüz var. O yüzden bütün olasılıkları düşünmek en iyisi bence. Bu yüzden ben hayatımı felsefe, bilim, matematik, üzerine inşa etmek için elimden geleni yapmaktayım. Herkesin ilgi alanları illa ki vardır. Vaktimizi değerlendirmek en iyisi bence. Tabi neden sonuç ilişkisi sayesinde akli dengemize dikkat ettiğimiz sürece. Olasılık teorisine göre bir şey aynı anda hem var hem de yok olabilir. Bu yüzden kafayı gerçekten karıştırdığını söyleyebilirim. Mesela Zaman kavramını ele alalım. Zaman tek yönlü işlese bile evrenden bağımsız olduğu düşünülmektedir. Yani evren yok olsa bile, zaman var olmaya devam edecektir. Bu yüzden evrene değil de zaman kavramında mana aramamız gerektiğine inanıyorum.
Öncelikle Descartes dostum, Descartes ve kartezyen şüpheciliği bu konuda bana yeterince ikna edici geliyor. Descartes, doğruluğunu hiçbir şekilde şüpheye yer vermeden kanıtlayan bir olgu aradı. Ve ona göre, buldu da. Descartes arayışına duyular yoluyla elde edilen bilgiyle başladı: Görme, işitme, dokunma, tatma, ve koku duyularımızla elde ettiğimiz bilgilerle. Sonuçta onların her zaman güvenilir olmadığını, böylece kesinlik arayışında onlara, yani ampirik bilgilere yer olmadığını anladı.
Daha sonra matematiksel ifadelerin bile tamamıyla güvenilir olmadığı sonucuna vardı. Bu sonuca varma yöntemi ilginçtir:
2+2=4 eşitliğinin doğru olduğundan kesinlikle eminizdir. Ama Descartes'e göre emin olamayız.
Descartes, bir cin hayal edin diyor, son derece zeki ve güçlü aynı zamanda kötü niyetli bir cin. Eğer bu cin var olsaydı gerçek sonuç 6 olsa bile bize 2+2=4 olarak görünmesini sağlayabilirdi. Bunu size cinin yaptırdığını bilemezdiniz. Her şey şuan olduğu gibi normal gözükürdü. Her ne kadar delice gözükse de böyle bir cinin var olmadığını kanıtlayamazsınız.
Descartes'in sonraki adımı çoğu kişinin duyduğu, felsefenin en bilinen ifadelerinden birini doğurdu: cogito ergo sum yada Türkçesiyle: Düşünüyorum, öyleyse varım.
Descartes'a göre bir cin var olsaydı, ve bizi her doğru bildiğimiz her alanda kandırıyor olsaydı bile, cinin kandırdığı bir şey var olmak zorundaydı. Var olmasaydı, cin onun var olduğunu düşünmesini sağlayamazdı. Çünkü var olmayan bir şey, düşüncelere sahip olamazdı. Sonuç olarak, fiziksel olarak varlığımız şüpheye açık olsa da, düşünün bir varlık olarak, varlığımız kesindir. Descartes, varlığından emin olduğu su götürmez bir gerçek bulduğunu anlayınca bu gerçeğin üzerine bir düşünce sistemi oluşturdu. Bu düşünce sistemine katılmıyor olsam da kartezyen dualizm başlığı altında incelendiğini belirtmemde fayda var.

Olasılık teorisinde bir fenomen aynı zamanda hem var, hem de yok olamaz. Aksine olasılık teorisi bunun tam tersini iddia eder. Blaise Pascal tarafından ortaya atılmış olup, felsefi alanda da etkinliği olan bir teoridir. Buna göre bir fenomenin gerçekleşme olasılığı %0 veya %100 olmak zorundadır. Bir madeni parayı havaya attığımızda tura gelme ihtimali deneysel olarak %50 olsa da, pratikte bizim incelememize imkanımız olmayan çok küçük ölçekte fiziksel değişkenler bu fenomenin olma veya olmama olasılığını kesinleştirir. Parayı havaya attığımızda ele almamız gereken yüzlerce değişken vardır. Hava akımı, madeni paranın yoğunluğu, madeni paranın dengesi, havanın yoğunluğu, belki odadaki lambanın yaydığı fotonların itme gücü bile sonucu değiştirebilir. Kısaca bunu ölçmemiz imkansızdır. Bu teoriden yola çıkarak kaos kuramı ve Heisenberg'in ortaya attığı belirsizlik ilkesi hayat bulmuştur.
Belirsizlik ilkesine göre atom altı küçük bir partikülün anlık yerini belirlemeye çalıştığımızda(bu partiküller çok hareketlidir) en az bir kuantum dalga boyunda bir foton göndermemiz gerekir. Çünkü daha büyük dalga boyları partikülü az etkilemesine rağmen büyüklüklerinden dolayı tam olarak konum bildiremez. Bu sokaktaki bir kediyi şehir haritasında aramaya benzer. Kedinin o şehirde olduğunu bilirsiniz ama tam yerini bilemezsiniz. Bir kuantum boyundaki fotonların taşıdığı enerji ise görece daha fazladır ve bu enerji partikülün yerini ön görülemez bir şekilde değiştirir. Erwin Schrödinger'in popüler kültürde oldukça yer edinmiş kedisi de bu prensibi taban alır.

Pascal'ın olasılık ilkesinin felsefi yönünden bahsetmeden de geçmeyeyim. Eğer tanrının varlığı üzerine bir yazı tura oynarsak, tanrının var olması olasılığının, iyi bir kumarbazın oynaması gereken doğru bahis olduğunu öne sürer. Kazanç ve kayıp ölçeğinde baktığımızda haklıdır da. Tanrının yokluğu olasılığı gerçekleştiğinde kumarbaz dünyada ibadet etmek ve iyi bir inanan olmak için harcadığı çaba haricinde hiç bir şey kazanmayacaktır. Öte yandan inançlı kumarbazın kaybettiği zaman ve çaba tanrının sunduğu cennet ve sonsuzlukla karşılaştırıldığında yok sayılacak kadar azdır. Yine de Pascal tanrının var olduğunu kalben hissedemeyen bireylerin durumuna ikna edici bir cevap sunamamıştır ve doğru din ve doğru tanrı muammasını cevapsız bırakmıştır.

Uzayın zamandan bağımsız olduğu fikri ise, geçmişte kalmış, köhne bir fikirdir. Zira Einstein denilen adam ününü bu fikri ortaya atan, sıkça gelmiş geçmiş en büyük fizikçi kabul edilen Isaac Newton'un yanlışlığını kanıtladığı için kazanmıştır. Einstein, uzay ve zamanı bir kumaş gibi düşünmüştür. Çok büyük kütlelere ulaşmış çok küçük hacimli maddeler, bu kumaşı büker. Bu bir trambolinin üzerindeki devasa kütleli bir bilyeyi andırır(kumaşın üzerinde daha az kütleli bilyeler de vardır). Bilye, yani karadelik dediğimiz devasa kütleler, uzay-zaman kumaşını büker. Bu bükülmenin etrafından geçen normal ağırlıktaki bilyeler, uzay-zamanın üzerinde istemsizce bükülmeye doğru çekilecektir. Einstein kütle çekimini böyle açıklar. Gezegenler güneşin etrafında döner çünkü sistemimiz içerisindeki en ağır bilye güneştir. Güneşten sonra en ağır bilye olarak Jüpiter'in, Dünya'ya gelen meteorları çekimi altına alıp Kuiper kuşağına doğru yönlendirmesi de buna bir örnektir.

Uzay ve zamanın sonu için ise başvurmamız gereken kaynak Friedmann modelleridir. Friedmann'ın üç modeli vardır.
Kumaş üzerindeki bilyelerin saçılma sebebini hepimiz biliyoruz; Büyük Patlama.
Bu olaydan sonra evrenin yoğunluğunu ve galaksilerin birbirinden uzaklaşma hızını göze aldığımızda önümüzde 3 farklı seçenek var. Birinci olarak yoğunluğun belirli bir düzeyden fazla olduğu ve bir zaman sonra genişleme hızının önüne geçip evrenin tek bir noktaya doğru büzüşmeye başlaması;bütün bilyelerin bir atomdan bile küçük bir yoğunluğa erişmesi; Büyük Çöküş.
İkinci olarak evrenin genişlemesinin sürekli yavaşladığı ama asla sıfıra erişmediği örnek. Bu örneğe göre evrenin yoğunluğu belirli düzeye yakın ama genişlemeyi durdurmaya yetmiyor. Sürekli yavaşlatıyor.
Üçüncü olarak ise evrenin genişlemesi o kadar hızlıdır ki, kütle çekim kuvveti onu biraz yavaşlatsa da durduramaz. Evren sabit bir hızda genişlemeye devam eder.
Evrenin yoğunluğunu ölçtüğümüzde, yani bütün galaksilerdeki yıldızların kütlelerini topladığımızda elde edilen sonuç, genişlemeyi durdurmanın yüzde birinden daha azdır. Lakin kumaşımız, üzerindeki bükülmeleri, yani kütle çekim kuvvetini incelediğimizde, doğrudan gözlemleyemediğimiz, ama yarattığı kütle çekim etkisi sayesinde orada olması gerektiğini bildiğimiz kara maddelerle dolu. Görünmez bilyelerimiz var anlayacağınız. Yaptığımız toplama işlemine bu görünmez bilyelerin kütlelerini eklediğimizde dahi genişlemeyi durdurmak için gereken kütlenin yalnızca onda birine ulaşıyoruz. Buradan çıkardığımız sonuca göre evren sonsuza dek genişlemeye devam edecek. İlk modelin gerçekleşmesi durumunda bile zaman uzaydan bağımsız değildir. Var olmaya devam etmez.

Yazıyı bu kadar uzatmayı nasıl başardım bilmiyorum. Yazdığım her cümle başka bir cümleyi doğurdu :p
 
Son düzenleme:
Öncelikle Descartes dostum, Descartes ve kartezyen şüpheciliği bu konuda bana yeterince ikna edici geliyor. Descartes, doğruluğunu hiçbir şekilde şüpheye yer vermeden kanıtlayan bir olgu aradı. Ve ona göre, buldu da. Descartes arayışına duyular yoluyla elde edilen bilgiyle başladı: Görme, işitme, dokunma, tatma, ve koku duyularımızla elde ettiğimiz bilgilerle. Sonuçta onların her zaman güvenilir olmadığını, böylece kesinlik arayışında onlara, yani ampirik bilgilere yer olmadığını anladı.
Daha sonra matematiksel ifadelerin bile tamamıyla güvenilir olmadığı sonucuna vardı. Bu sonuca varma yöntemi ilginçtir:
2+2=4 eşitliğinin doğru olduğundan kesinlikle eminizdir. Ama Descartes'e göre emin olamayız.
Descartes, bir cin hayal edin diyor, son derece zeki ve güçlü aynı zamanda kötü niyetli bir cin. Eğer bu cin var olsaydı gerçek sonuç 6 olsa bile bize 2+2=4 olarak görünmesini sağlayabilirdi. Bunu size cinin yaptırdığını bilemezdiniz. Her şey şuan olduğu gibi normal gözükürdü. Her ne kadar delice gözükse de böyle bir cinin var olmadığını kanıtlayamazsınız.
Descartes'in sonraki adımı çoğu kişinin duyduğu, felsefenin en bilinen ifadelerinden birini doğurdu: cogito ergo sum yada Türkçesiyle: Düşünüyorum, öyleyse varım.
Descartes'a göre bir cin var olsaydı, ve bizi her doğru bildiğimiz her alanda kandırıyor olsaydı bile, cinin kandırdığı bir şey var olmak zorundaydı. Var olmasaydı, cin onun var olduğunu düşünmesini sağlayamazdı. Çünkü var olmayan bir şey, düşüncelere sahip olamazdı. Sonuç olarak, fiziksel olarak varlığımız şüpheye açık olsa da, düşünün bir varlık olarak, varlığımız kesindir. Descartes, varlığından emin olduğu su götürmez bir gerçek bulduğunu anlayınca bu gerçeğin üzerine bir düşünce sistemi oluşturdu. Bu düşünce sistemine katılmıyor olsam da kartezyen dualizm başlığı altında incelendiğini belirtmemde fayda var.

Olasılık teorisinde bir fenomen aynı zamanda hem var, hem de yok olamaz. Aksine olasılık teorisi bunun tam tersini iddia eder. Blaise Pascal tarafından ortaya atılmış olup, felsefi alanda da etkinliği olan bir teoridir. Buna göre bir fenomenin gerçekleşme olasılığı %0 veya %100 olmak zorundadır. Bir madeni parayı havaya attığımızda tura gelme ihtimali deneysel olarak %50 olsa da, pratikte bizim incelememize imkanımız olmayan çok küçük ölçekte fiziksel değişkenler bu fenomenin olma veya olmama olasılığını kesinleştirir. Parayı havaya attığımızda ele almamız gereken yüzlerce değişken vardır. Hava akımı, madeni paranın yoğunluğu, madeni paranın dengesi, havanın yoğunluğu, belki odadaki lambanın yaydığı fotonların itme gücü bile sonucu değiştirebilir. Kısaca bunu ölçmemiz imkansızdır. Bu teoriden yola çıkarak kaos kuramı ve Heisenberg'in ortaya attığı belirsizlik ilkesi hayat bulmuştur.
Belirsizlik ilkesine göre atom altı küçük bir partikülün anlık yerini belirlemeye çalıştığımızda(bu partiküller çok hareketlidir) en az bir kuantum dalga boyunda bir foton göndermemiz gerekir. Çünkü daha büyük dalga boyları partikülü az etkilemesine rağmen büyüklüklerinden dolayı tam olarak konum bildiremez. Bu sokaktaki bir kediyi şehir haritasında aramaya benzer. Kedinin o şehirde olduğunu bilirsiniz ama tam yerini bilemezsiniz. Bir kuantum boyundaki fotonların taşıdığı enerji ise görece daha fazladır ve bu enerji partikülün yerini ön görülemez bir şekilde değiştirir. Erwin Schrödinger'in popüler kültürde oldukça yer edinmiş kedisi de bu prensibi taban alır.

Pascal'ın olasılık ilkesinin felsefi yönünden bahsetmeden de geçmeyeyim. Eğer tanrının varlığı üzerine bir yazı tura oynarsak, tanrının var olması olasılığının, iyi bir kumarbazın oynaması gereken doğru bahis olduğunu öne sürer. Kazanç ve kayıp ölçeğinde baktığımızda haklıdır da. Tanrının yokluğu olasılığı gerçekleştiğinde kumarbaz dünyada ibadet etmek ve iyi bir inanan olmak için harcadığı çaba haricinde hiç bir şey kazanmayacaktır. Öte yandan inançlı kumarbazın kaybettiği zaman ve çaba tanrının sunduğu cennet ve sonsuzlukla karşılaştırıldığında yok sayılacak kadar azdır. Yine de Pascal tanrının var olduğunu kalben hissedemeyen bireylerin durumuna ikna edici bir cevap sunamamıştır ve doğru din ve doğru tanrı muammasını cevapsız bırakmıştır.

Uzayın zamandan bağımsız olduğu fikri ise, geçmişte kalmış, köhne bir fikirdir. Zira Einstein denilen adam ününü bu fikri ortaya atan, sıkça gelmiş geçmiş en büyük fizikçi kabul edilen Isaac Newton'un yanlışlığını kanıtladığı için kazanmıştır. Einstein, uzay ve zamanı bir kumaş gibi düşünmüştür. Çok büyük kütlelere ulaşmış çok küçük hacimli maddeler, bu kumaşı büker. Bu bir trambolinin üzerindeki devasa kütleli bir bilyeyi andırır(kumaşın üzerinde daha az kütleli bilyeler de vardır). Bilye, yani karadelik dediğimiz devasa kütleler, uzay-zaman kumaşını büker. Bu bükülmenin etrafından geçen normal ağırlıktaki bilyeler, uzay-zamanın üzerinde istemsizce bükülmeye doğru çekilecektir. Einstein kütle çekimini böyle açıklar. Gezegenler güneşin etrafında döner çünkü sistemimiz içerisindeki en ağır bilye güneştir. Güneşten sonra en ağır bilye olarak Jüpiter'in, Dünya'ya gelen meteorları çekimi altına alıp Kuiper kuşağına doğru yönlendirmesi de buna bir örnektir.

Uzay ve zamanın sonu için ise başvurmamız gereken kaynak Friedmann modelleridir. Friedmann'ın üç modeli vardır.
Kumaş üzerindeki bilyelerin saçılma sebebini hepimiz biliyoruz; Büyük Patlama.
Bu olaydan sonra evrenin yoğunluğunu ve galaksilerin birbirinden uzaklaşma hızını göze aldığımızda önümüzde 3 farklı seçenek var. Birinci olarak yoğunluğun belirli bir düzeyden fazla olduğu ve bir zaman sonra genişleme hızının önüne geçip evrenin tek bir noktaya doğru büzüşmeye başlaması;bütün bilyelerin bir atomdan bile küçük bir yoğunluğa erişmesi; Büyük Çöküş.
İkinci olarak evrenin genişlemesinin sürekli yavaşladığı ama asla sıfıra erişmediği örnek. Bu örneğe göre evrenin yoğunluğu belirli düzeye yakın ama genişlemeyi durdurmaya yetmiyor. Sürekli yavaşlatıyor.
Üçüncü olarak ise evrenin genişlemesi o kadar hızlıdır ki, kütle çekim kuvveti onu biraz yavaşlatsa da durduramaz. Evren sabit bir hızda genişlemeye devam eder.
Evrenin yoğunluğunu ölçtüğümüzde, yani bütün galaksilerdeki yıldızların kütlelerini topladığımızda elde edilen sonuç, genişlemeyi durdurmanın yüzde birinden daha azdır. Lakin kumaşımız, üzerindeki bükülmeleri, yani kütle çekim kuvvetini incelediğimizde, doğrudan gözlemleyemediğimiz, ama yarattığı kütle çekim etkisi sayesinde orada olması gerektiğini bildiğimiz kara maddelerle dolu. Görünmez bilyelerimiz var anlayacağınız. Yaptığımız toplama işlemine bu görünmez bilyelerin kütlelerini eklediğimizde dahi genişlemeyi durdurmak için gereken kütlenin yalnızca onda birine ulaşıyoruz. Buradan çıkardığımız sonuca göre evren sonsuza dek genişlemeye devam edecek. İlk modelin gerçekleşmesi durumunda bile zaman uzaydan bağımsız değildir. Var olmaya devam etmez.

Yazıyı bu kadar uzatmayı nasıl başardım bilmiyorum. Yazdığım her cümle başka bir cümleyi doğurdu :p
Dostum öncelikle cevap verdiğin ve beni bazı konularda aydınlattığın için teşekkürlerimi sunarım. Bazı konularda hatalı olmamın sebebi çok boş zamanımın olmaması. Dostum benim varlığa şüpheci yaklaşmamın sebebi, 5 duyu organı ile algılanan şeylerin similasyon yardımıyla rahatlıkla taklit edilebilmesidir. Bu yüzden fiziksel varlıktan asla emin olamayacağımızı düşünüyorum. Zihinsel varlık hakkında zaten bir şüphem yok.
Merak ettiğim bir konu var. Duygular hakkında ne düşünüyorsunuz?
 

Technopat Haberler

Yeni konular

Geri
Yukarı