The Fate
Hectopat
- Katılım
- 31 Mart 2020
- Mesajlar
- 960
- Çözümler
- 5
İnsan doğası üzerine düşünmek, belki de felsefenin en eski ve en temel sorularından biridir. “İnsan doğuştan kötü müdür?” sorusu da bu bağlamda oldukça derinlikli bir tartışmanın kapısını aralar. Bu konuda tarih boyunca birçok filozof farklı düşünceler ortaya koymuştur. Ben de bu soruya kesin bir “evet” ya da “hayır” cevabı vermektense, farklı düşünürlerin görüşlerini değerlendirerek insan doğasını anlamaya çalışmayı daha anlamlı buluyorum.
Öncelikle Thomas Hobbes, insanı doğası gereği bencil, çıkarcı ve tehlikeli bir varlık olarak görür. Ona göre insanlar, eğer bir otoriteyle kontrol altına alınmazlarsa, sürekli çatışma hâlinde yaşarlar. En meşhur sözü olan “İnsan insanın kurdudur”, bu düşüncesini açıkça ifade eder. Hobbes’a göre doğa durumunda insanlar, güvenliklerini sağlamak için sürekli bir mücadele içindedirler. Bu yüzden güçlü bir devlet otoritesi (Leviathan) şarttır. Hobbes’un bu görüşü, insanın doğuştan kötülüğe eğilimli olduğu fikrine en yakın yaklaşımlardan biridir.
Buna karşılık Jean-Jacques Rousseau, insanın doğuştan iyi olduğunu, ama toplumsal yapıların onu yozlaştırdığını savunur. Ona göre insan doğada özgür, barışçıl ve mutlu bir şekilde yaşardı. Ancak özel mülkiyetin ortaya çıkması ve toplumların şekillenmesiyle birlikte eşitsizlikler ve bencillik gelişti. Rousseau’nun “İnsan özgür doğar ama her yerde zincire vurulmuştur” sözü, insan doğasının değil, toplumun yapısının sorunlu olduğunu gösterir. Bu görüş, insanı doğuştan kötü değil, sonradan bozulabilir bir varlık olarak tanımlar.
Bu iki zıt görüş arasında daha dengeli ve gözlem temelli bir yaklaşım ise John Locke’tan gelir. Locke’a göre insan zihni doğduğunda bir “tabula rasa”, yani boş bir levha gibidir. Ne iyi ne kötüdür; yaşadıkları, öğrendikleri ve çevresel etkilerle şekillenir. Bu bakış açısı, eğitimin ve çevrenin insan davranışları üzerindeki etkisini vurgular. Kötülük, doğuştan değil, yanlış yönlendirme ve kötü koşullardan doğar.
Benzer şekilde, İbn Haldun da insanın doğuştan tamamen iyi ya da kötü olmadığını savunur. Ona göre insan hem toplumsal bir varlıktır, hem de nefsine ve çıkarlarına düşkündür. Bu yüzden insanlar bir arada yaşarken çatışmalar kaçınılmaz olur. Toplumsal düzeni sağlamak için otoriteye, yani devlete ihtiyaç vardır. İbn Haldun’un düşüncesinde kötülük, insanın yapısında var olan hırs ve arzuların denetimsiz kalmasından kaynaklanır. Dolayısıyla doğuştan gelen bir kötülükten değil, denetlenmeyen bir doğadan söz ederiz.
Son olarak Aristoteles, insanı doğası gereği toplumsal ve akıl sahibi bir varlık olarak tanımlar. Ona göre insanın nihai amacı “iyi”ye ulaşmaktır ve bu ancak erdemli bir yaşam ile mümkündür. İnsan, aklı sayesinde iyi ile kötüyü ayırt edebilir, ama bu potansiyel otomatik olarak işlemez. Erdem, alışkanlıklarla ve doğru eğitimle kazanılır. Dolayısıyla kötü davranışlar da iyi eğitimden yoksun kalmanın bir sonucu olarak görülür.
Tüm bu düşünceler ışığında ben, insanın doğuştan kötü olmadığını, ancak içinde hem iyiye hem de kötüye yönelme potansiyeli taşıdığını düşünüyorum. Bu potansiyelin nasıl şekilleneceği ise büyük ölçüde çevre, eğitim, toplum ve otoriteyle ilişkilidir. Doğru koşullar sağlandığında insan iyilikle gelişebilir; ancak denetimsiz bir ortamda da kötülüğe meyledebilir. Yani insan ne melek gibidir ne de canavar; ama her ikisine de dönüşebilecek kapasiteye sahiptir.
Öncelikle Thomas Hobbes, insanı doğası gereği bencil, çıkarcı ve tehlikeli bir varlık olarak görür. Ona göre insanlar, eğer bir otoriteyle kontrol altına alınmazlarsa, sürekli çatışma hâlinde yaşarlar. En meşhur sözü olan “İnsan insanın kurdudur”, bu düşüncesini açıkça ifade eder. Hobbes’a göre doğa durumunda insanlar, güvenliklerini sağlamak için sürekli bir mücadele içindedirler. Bu yüzden güçlü bir devlet otoritesi (Leviathan) şarttır. Hobbes’un bu görüşü, insanın doğuştan kötülüğe eğilimli olduğu fikrine en yakın yaklaşımlardan biridir.
Buna karşılık Jean-Jacques Rousseau, insanın doğuştan iyi olduğunu, ama toplumsal yapıların onu yozlaştırdığını savunur. Ona göre insan doğada özgür, barışçıl ve mutlu bir şekilde yaşardı. Ancak özel mülkiyetin ortaya çıkması ve toplumların şekillenmesiyle birlikte eşitsizlikler ve bencillik gelişti. Rousseau’nun “İnsan özgür doğar ama her yerde zincire vurulmuştur” sözü, insan doğasının değil, toplumun yapısının sorunlu olduğunu gösterir. Bu görüş, insanı doğuştan kötü değil, sonradan bozulabilir bir varlık olarak tanımlar.
Bu iki zıt görüş arasında daha dengeli ve gözlem temelli bir yaklaşım ise John Locke’tan gelir. Locke’a göre insan zihni doğduğunda bir “tabula rasa”, yani boş bir levha gibidir. Ne iyi ne kötüdür; yaşadıkları, öğrendikleri ve çevresel etkilerle şekillenir. Bu bakış açısı, eğitimin ve çevrenin insan davranışları üzerindeki etkisini vurgular. Kötülük, doğuştan değil, yanlış yönlendirme ve kötü koşullardan doğar.
Benzer şekilde, İbn Haldun da insanın doğuştan tamamen iyi ya da kötü olmadığını savunur. Ona göre insan hem toplumsal bir varlıktır, hem de nefsine ve çıkarlarına düşkündür. Bu yüzden insanlar bir arada yaşarken çatışmalar kaçınılmaz olur. Toplumsal düzeni sağlamak için otoriteye, yani devlete ihtiyaç vardır. İbn Haldun’un düşüncesinde kötülük, insanın yapısında var olan hırs ve arzuların denetimsiz kalmasından kaynaklanır. Dolayısıyla doğuştan gelen bir kötülükten değil, denetlenmeyen bir doğadan söz ederiz.
Son olarak Aristoteles, insanı doğası gereği toplumsal ve akıl sahibi bir varlık olarak tanımlar. Ona göre insanın nihai amacı “iyi”ye ulaşmaktır ve bu ancak erdemli bir yaşam ile mümkündür. İnsan, aklı sayesinde iyi ile kötüyü ayırt edebilir, ama bu potansiyel otomatik olarak işlemez. Erdem, alışkanlıklarla ve doğru eğitimle kazanılır. Dolayısıyla kötü davranışlar da iyi eğitimden yoksun kalmanın bir sonucu olarak görülür.
Tüm bu düşünceler ışığında ben, insanın doğuştan kötü olmadığını, ancak içinde hem iyiye hem de kötüye yönelme potansiyeli taşıdığını düşünüyorum. Bu potansiyelin nasıl şekilleneceği ise büyük ölçüde çevre, eğitim, toplum ve otoriteyle ilişkilidir. Doğru koşullar sağlandığında insan iyilikle gelişebilir; ancak denetimsiz bir ortamda da kötülüğe meyledebilir. Yani insan ne melek gibidir ne de canavar; ama her ikisine de dönüşebilecek kapasiteye sahiptir.