Roma cübbesi, cahiliye arapları, kertenkele ve üç büyük put

oases

Femtopat
Katılım
14 Eylül 2022
Mesajlar
179
Bir şeyi gizlemenin yolu onu ortaya koymaktır. Tabii bu bahsedeceğim olayda bilerek gizlenmiş bir şey yok. Yıllar geçtikçe o ortada duran şeyin anlamını yitirmesi var. Unutulmuş hale gelmesi. Bu durumun sebebi ise etraftaki alimler(!). Yani her şeyi bildiğini sanan, insanlara her şeyi bildiğini yutturmaya çalışan ve bunun üzerinden nema sağlayan kişiler. İnsan bilmiyorum demeyi sevmez çünkü. Bilmiyorum dediğinde hitap ettiği toplumun karşısında prestijinin sarsılacağını düşünür. O yüzden bunların ağzından abuk sabuk şeyler duyarsınız.

Örneğin size Kureyş’in köpek balığı anlamına geldiğini söylerler ama bir dayanakları yoktur. Tek dayanakları(!) etraftaki diğer kabilelerden olan Kelb kabilesinin adının köpek ya da kurt anlamına gelmesi ve Esed’in aslan anlamına gelmesi. Köpek balığının bunlardan daha güçlü olduğunu iddia ederler ve Kureyş kabile isminin köpek balığı manasına gelen kırş sözcüğünden olduğunu savunurlar. Daha doğrusu sallarlar. Vakti zamanında bulundukları yerden sürgüne gönderilen ve o zamanlar belki de Büyük Kiros’a sığınanlara Kureyş demiş olabilirler mi?

MÖ 6.yy’da Büyük Kiros, Ahameniş İmparatorluğu’nu kurdu. Bu krala neden Kiros adını verdiklerini kendi araştırmalarınız ile bulabilirsiniz. Bakalım size anlatacağım Kiros’un uyguladığı sistem başka topraklara da geçmiş mi? Hoş bu anlatacağım sistem daha çok eskilere, Akad’lar, Antik Mısır’a dayanıyor. Asya’daki kadim Shang Hanedanlığı’nda bile kullanılmış bir sistem. Bu sistem her uygarlıkta ufak tefek değişikliklere uğramış olsa da özünde aynı. Olayın daha iyi anlaşılacağını düşündüğüm için, Roma’dan itibaren anlatmayı uygun görüyorum. Ana konu İslam öncesi araplar. Şunu bilmenizde fayda var: Ahameniş İmparatorluğu’ndan Sasani’ye kalan bu miras, daha sonra Büyük İskender ile birlikte Makedonya ve ilerleyen dönemde de Roma topraklarında uyarlandı. Roma’nın tüm tarihi boyunca, Bizans dahil tüm krallar tarafından tatbik edildi.

Bu geleneğe göre belirli kabilelerin başkanları, oluşturulan bir mecliste bir araya toplanıyor. Bu toplantıların ilk zamanlarda farklı amaçları var. Bu amaçların günün şartlarına göre değiştiğini düşünebilirsiniz. Kabilelerle ilgili tüm sorunlar bu toplulukta tartışılıp görüşülür. Bu bir erkekler topluluğu. Zaten adı da öyle, söz hakkınızın olması için belli bir yaşta olmalısınız. Bu erkekler topluluğuna kabul edildikten sonra, başkanı olduğunuz kabileyi, kurulan mecliste temsil ediyordunuz. İlk kurulduklarında birkaç amacı olan bu topluluğun görevleri arasında, yargılama işlemlerinin yürütülmesi, kabileler ile ilgili genel ihtiyaçlar ve değişikliklerin diğer kabilelere bilgi amaçlı aktarımı. Örneğin bir kabileden önemli birinin başka birini evlat edinmesi ve halefi olarak ilan etmesi, bu önemli bilgilerden bir tanesi. Bu meclis binaları genel olarak ana tapınakların yanına kuruluyordu. Kapıları karşılıklı oluyordu ve bi’nevi mahkeme görevi de görüyordu. O yüzden önemli duyurular bu binaların kapı önlerinde gerçekleştiriliyordu. Peki bu meclislerin adı neydi? Bize İslam tarihinde senelerde Daru'n Nedve olarak anlatılan bu meclislerin adı, Antik Roma’da ve Bizans’ta CURİA idi. (Curia Romana)

Bundan bağımsız olarak her kabilenin kendisine ait bir türbe ve yine merkezi yönetimden ayrı olarak, ancak denetlenen kendi curiaları vardı. Antik Roma’nın dini ritüellerinde hala çözülememiş gizemler vardır. Her curia, dini bir işlevi muhafaza eden ve Kral’ın korumaları tarafından denetlenen kendi türbelerine sahipti. Kral’ın korumalarına CELERES deniliyor ve bu ilk defa Roma’nın kurucusu Romulus’un uyguladığı bir sistemdi. Her bir curianın seçtiği toplam 300 kişilik minik ordudan oluşuyordu Celeres. Bu askerler Kral’a en sadık olan, en hızlı ve en güçlü kişiler arasından seçiliyordu. Bu bilgiden sonra kertenkele yani CELER öldürmenin neden sevap sayıldığını anladığınızı umuyorum. Tarihi, cübbeli şarlatanlardan İslam Tarihi(!) adı altında dinlerseniz, olan zavallı minik canlılara olur. Unutmayın ki hiçbir şey kendinin delili olamaz. Bu rivayet, araplar arasında yıllardır neden aktarıldı? Celeres, Antik Roma’da Kral’ın muhafızlarına verilen isimdi. En etkili, en cesur, en güçlü 300 askerden oluşan, herhangi bir sorunda ayaklanmada, en hızlı müdahale yetkisine sahip, yani bürokrasiden muaf olan minik ordunun adıydı ve bu askerler curialar tarafından seçiliyordu. Başlarındaki komutana da Celer deniliyordu. Eski araplara göre önemli bir gelenek, Celer öldürmek.

Her curianın kendisine ait türbelere adanmış kişiler vardı. Antik Roma’da bunlara HOMO SACER deniliyordu. Bu homo sacerların en önemli özelliği, vatandaşlıktan çıkarılmış olmalarıydı, yani asabiyet sisteminden. Bunun anlamı da şu: Herkes tarafından öldürülebilir ancak herhangi bir dini ritüelde kurban edilemez. Çünkü zaten Tanrı’ya adanıyorlar. Hem kutsal kişiliklerdi hem de lanetli. Burada herhangi biri tarafından öldürülebilir demek, önceden bağlı olduğu kabile, onun ölümü karşılığında tazminat cezası hak talep edemez demek. Bir kişi sadece devlet adına bir din adamı tarafından gerçekleştirilen yasal ayinlerle homo sacer yani kutsanmış olabilirdi, yine bir din adamı tarafından, yine yasal bir ayinle homo sacerlıktan yani kutsanmışlıktan profanum’a normal bir insan statüsüne geri dönebilirdi. Burada profanum, kutsal olmayan normal insan anlamında kullanılıyor. Örneğin: El-Lat’a, El-Manat’a veya El-Uzza’ya bir türbe aracılığı ile birini adadığınızda, o artık kutsanmış kişi olacağından, onu dini bir ritüel ile kurban edemezsiniz ve artık asabiyetten çıkarılmış olur. Muhammed Bin Abdullat’ın, tapınak önünde Abdülmuttalib tarafından kurban edilmek istenmesi masalını bilirsiniz mesela. Masala göre: O dönemki kabile reisleri günlerce Abdülmuttalib’i ikna etmeye çalışmış, bu durumun gelenek haline gelmesinden korktukları için onu vazgeçirmeye çalışmışlar ve 100 deve karşılığında vazgeçirmişler. Bu ayrıntıya dikkat edilmeli: Homo sacer, işlediği bir suçtan ötürü toplumdan dışlanıyordu. Toplumdan dışlanırdı ancak ona bir kutsiyet yüklenerek toplum içerisinde kalması sağlanıyordu.

Roma, daha sonra bu yönetim modelini, İmparatorluğa bağlı her bölgeye fetihler yolu ile ihraç etti ve bölgenin ileri gelenlerinden aynı biçimde uygulamalarını istedi. Bu bölgelere de Municipium dendi. Latince olan bu kelimenin arapçadaki karşılığı; mensup/mensubiyet. İmparatorluğa bağlı her bölgeye mensubiyet dendi ve o bölgeler de kendi içlerinde yine kabile başkanlarının oluşturduğu curialar ile yönetime devam ettiler. Yani bize anlatılan tapınak bölgeleri Roma’ya bağlı, Roma’ya mensup bölgelerdi. Yani Roma municipiumları. Bir de üstünler konseyi vardı, kraliyet konseyi ve bunlar direkt olarak Kral’a bağlıydı. Yönetimde mutlak güç sahipleriydi ve üstelik tüm curiaların baş yöneticisi sadece bu kabile kollarından seçiliyordu. Bu sistemi günümüzdeki İngiltere’de var olan Avam Kamarası ve Lordlar Kamarası gibi düşünebilirsiniz. Meclisteki kümeleri soylular kanadı ve halkın seçtiği kanat olarak ikiye ayırabiliriz. Bu kanat, yani üstünler konseyi seçilmez atanırdı ve sadece asillerden oluşuyordu. Antik Roma’da bu soylular kanadının adı Curia Regis’ti. Buradaki regis, bildiğiniz reis anlamında. Bu kurum orta çağdan itibaren günümüze kadar eski fonksiyonunu kaybetmiş olsa da, İmparatorluğa bağlı yerleşimler eskiden beri bu sistemle yönetiliyordu. Özellikle yönetimin Curia Regis’ten başka bir kabileye geçmesi, kabileler için ölüm kalım meselesiydi. Arapların Kureyş dışında, yani Curia Regis dışında başka bir kabileye biat etmeyeceği ve aksi bir durumun tüp araplar için felaket olabileceğiydi. Kureyş’in ne olduğunu bir daha düşünün! Her imparatorun kendi curiası vardı, örneğin Jül Sezar’ın konseyi Curia Julia’ydı. Şimdi bu curia geleneği göstermelikte olsa Vatikan’da devam ediyor. Vatikan’da her sene kardinallerin bir araya geldiği curia törenleri yapılıyor.

Şimdi municipialardan biri olan eski tapınak bölgesindeki Darun Nedve diye bahsedilen meclisi ve o mecliste gerçekleştirilen gömlek giyme törenlerini, kabileleri temsil eden reislerin geleneklerini kayıt altına alma zorunluluğunu ki buna sünnet deniyor, her kabile reisinin koltuğu, ki bunun adı da makam, tüm bunları gözünüzün önünde canlandırın. Tüm bu kabilelerin metinlerini mecliste okuyan kişinin bir takım özellikleri olmalıydı. Okuma konusunda uzman kişilerden oluşmalıydı. Tüm kabilelerin lehçelerini uzmanlık derecesinde bilmeliydi. Bilmeliydi ki, bir kabileye ait metin okunduğunda herhangi bir karışıklık çıkmasın. Bu metinleri okuyanlara, İslam anlatısında kurra deniliyor. Kurraların hafızasının çok güçlü olması gerekiyor, kabilelere ait mushafları, yazım ve imlalarını çok iyi bilmesi ve mushaflar arasındaki farklılıklara vakıf olması gerekiyor. Tüm kabilelerin kullandığı şiveyi, bu kabilelerdeki insanların aksanını iyi derecede bilmesi gerekiyor ve üst makamlardan bu konuda icazet almış olması gerekiyor. Araştırmalarınızda: Curia, Curia-Regis, Kureyş, Kurra, Kur’an ve Kur’an-ı Kerim terimlerini gördüğünüzde, her şeye daha farklı bir gözle bakacağınızı umuyorum. Kur’an ve Kur’an-ı Kerim arasındaki farkı bile bilseniz sizin için yeterli olacaktır. Şu anki mushaf, tüm bu kabilelerin kendilerine ait nüshalarla oluşturuldu. Tüm bu kabilelere ait metinlere neden Kur’an ve hepsinin toplamına, iki kapak arasına alınmış olan kitaba neden Kur’an-ı Kerim dendiğini başka konuda anlatacağım. Peki cahiliye denilen dönemde böyle metinler yok muydu? Yani kabileler bu curialarda kendi geleneklerini, geçmişlerini kayıt altına almamışlar mıydı? Bu konuda İbn-i İshak ve İbn Sa'd bize şöyle bir bilgi veriyor: Cahiliye araplarının kullandığı besmele dışındaki bütün metin, ağaç kurtları ya da tahta kuruları tarafından yenmişti. Bunu gören kişinin adı ise Mutim bin Adi’ydi.

Tüm bu arap kabilelerin inandıkları Tanrı ile aralarında kendilerine ait putları olduğunu, daha doğrusu bazı putlara diğer kabilelerden daha fazla önem verdiklerini ama her iş için, her fonksiyon için birbirlerinin putlarına saygı gösterirlerdi. Örneğin El-Uzza diye anlatılan put, araplar arasında en son ortaya çıkmasına rağmen, Kureyş için, yani Curia Regis için en önemli put haline gelmişti ki; putun adı kabilelerin aksanlarına göre değişiyordu. El-Uzza diyen de vardı, Elusa ya da Haluza diyen de. Diğer önemli putlardan biri de El-Lat putuydu, diğeri de El-Manat. İşte bu üç büyük put, arap kabilelerin en hürmet ettikleri puttu ve örneğin Numan bin Münzi gibi krallar göreve geldiklerinde bile, bu putlara yemin edip öyle oturuyorlardı tahta. Türkiye Diyanet Vakfı ansiklopedisinde yazan bir bilgiye göre Jerome şunu yazmış: Araplar, Elusa’daki Venüs türbesinde Lucifer adına tapıyorlardı. Aynı metinde şunu da diyor: Herodot’un Alitta ismiyle bahsettiği tanrıçada El-Uzza’dır. Arapları bir araya getiren ve onlar için en önemli üç büyük put: Elusa, Lat, Manat / الٓمٓۚ / (Elif-Lâm-Mîm) (Ayrıca bakınız)
 
Son düzenleme:
Gayet kapsamlı bir araştırma olmuş ama sormak istediğim bir kaç soru var: Kur'an-ı Kerim tüm kabilelerin nüshalarının iki kapak arasındaki bütünüyse neden o dönemki Arapların büyük çoğunluğu en başta reddetti bu kitabı? Ne de olsa bütün kabileler içerisine kendinden birşey eklememişmiydi? Kendi ekledikleri şeylere neden karşı çıktılar? Neden bu kitap farklı bir anlayışla putlara karşı geliyordu? Neden içeriği böyleydi?
 
Gayet kapsamlı bir araştırma olmuş ama sormak istediğim bir kaç soru var: Kur'an-ı Kerim tüm kabilelerin nüshalarının iki kapak arasındaki bütünüyse neden o dönemki Arapların büyük çoğunluğu en başta reddetti bu kitabı? Ne de olsa bütün kabileler içerisine kendinden birşey eklememişmiydi? Kendi ekledikleri şeylere neden karşı çıktılar? Neden bu kitap farklı bir anlayışla putlara karşı geliyordu? Neden içeriği böyleydi?
Bu sorduğunuz sorular İslam Tarihi içeriği oluyor. Yani orada anlatılanların doğru olduğunu kabul ederek soru soruyorsunuz. Bu soruların cevapları da var ama 3 satırla olacak iş değil. Bakın yukarıda 3 harfi anlatmanın ne kadar zor olduğu belli. Sorularınızı biraz daha azaltıp kendi kendine kanıt olan şeyler dışında sormalısınız. İslam Tarihi, rivayetler ve o rivayetlerin rivayetleri ile sonradan oluşturulmuş bir kurgu sadece. Hiçbir şey kendi kendinin delili olamaz.
Kur'an-ı Kerim tüm kabilelerin nüshalarının iki kapak arasındaki bütünüyse neden o dönemki Arapların büyük çoğunluğu en başta reddetti bu kitabı?
Kurgusal bir hikayenin neden öyle olduğunu soruyorsunuz.

Olayın ne kadar karmaşık olduğunu anlamanız için aşağıdaki 2 konuyu ve daha sonra açacağım konuları okumalısınız. Cevabınız aşağıda.

Neden o dönemki Arapların büyük çoğunluğu en başta reddetti bu kitabı?
Bu kadar emin ve ön kabul sahibi olmayın. Asla gerçeğe ulaşamaz, aksine inandığınız ön kabulleri yalanlayan gerçekleri görmezden gelirsiniz. Cevaplar yukarıda. Lütfen soru yinelemeden önce okuyunuz.
 
Son düzenleme:
@ZCPS21

Not sözleşmenin ismi : Medine sözleşmesi, Bir de bir zahmet yabancı ülkelere gönderilen mektupları da okuyunuz.

Şimdi Göktürk Sasani Bizans araya karışık koy NEBATİ şu ekonomi bakanı olan değil, PETRA diye şehri olan şak diye bayılacaksınız.

Sümer Akad Babil Asur'un akışı Yahudilerden oraların İbranisinden oluyor, zaten Antlaşmada yapılıyor Antlaşmayı bizzat-i bulabilirsiniz. Şimdi antlaşmanın ismini unuttum hatırlayınca bir hale söylerim.

Yani aslında olay biz devlet kurduk Samilerden Arap devleti karışmayın bize diye.

ir şeyi gizlemenin yolu onu ortaya koymaktır. Tabii bu bahsedeceğim olayda bilerek gizlenmiş bir şey yok. Yıllar geçtikçe o ortada duran şeyin anlamını yitirmesi var. Unutulmuş hale gelmesi. Bu durumun sebebi ise etraftaki alimler(!). Yani her şeyi bildiğini sanan, insanlara her şeyi bildiğini yutturmaya çalışan ve bunun üzerinden nema sağlayan kişiler. İnsan bilmiyorum demeyi sevmez çünkü. Bilmiyorum dediğinde hitap ettiği toplumun karşısında prestijinin sarsılacağını düşünür. O yüzden bunların ağzından abuk sabuk şeyler duyarsınız.

Örneğin size Kureyş’in köpek balığı anlamına geldiğini söylerler ama bir dayanakları yoktur. Tek dayanakları(!) etraftaki diğer kabilelerden olan Kelb kabilesinin adının köpek ya da kurt anlamına gelmesi ve Esed’in aslan anlamına gelmesi. Köpek balığının bunlardan daha güçlü olduğunu iddia ederler ve Kureyş kabile isminin köpek balığı manasına gelen kırş sözcüğünden olduğunu savunurlar. Daha doğrusu sallarlar. Vakti zamanında bulundukları yerden sürgüne gönderilen ve o zamanlar belki de Büyük Kiros’a sığınanlara Kureyş demiş olabilirler mi?

MÖ 6.yy’da Büyük Kiros, Ahameniş İmparatorluğu’nu kurdu. Bu krala neden Kiros adını verdiklerini kendi araştırmalarınız ile bulabilirsiniz. Bakalım size anlatacağım Kiros’un uyguladığı sistem başka topraklara da geçmiş mi? Hoş bu anlatacağım sistem daha çok eskilere, Akad’lar, Antik Mısır’a dayanıyor. Asya’daki kadim Shang Hanedanlığı’nda bile kullanılmış bir sistem. Bu sistem her uygarlıkta ufak tefek değişikliklere uğramış olsa da özünde aynı. Olayın daha iyi anlaşılacağını düşündüğüm için, Roma’dan itibaren anlatmayı uygun görüyorum. Ana konu İslam öncesi araplar. Şunu bilmenizde fayda var: Ahameniş İmparatorluğu’ndan Sasani’ye kalan bu miras, daha sonra Büyük İskender ile birlikte Makedonya ve ilerleyen dönemde de Roma topraklarında uyarlandı. Roma’nın tüm tarihi boyunca, Bizans dahil tüm krallar tarafından tatbik edildi.

Bu geleneğe göre belirli kabilelerin başkanları, oluşturulan bir mecliste bir araya toplanıyor. Bu toplantıların ilk zamanlarda farklı amaçları var. Bu amaçların günün şartlarına göre değiştiğini düşünebilirsiniz. Kabilelerle ilgili tüm sorunlar bu toplulukta tartışılıp görüşülür. Bu bir erkekler topluluğu. Zaten adı da öyle, söz hakkınızın olması için belli bir yaşta olmalısınız. Bu erkekler topluluğuna kabul edildikten sonra, başkanı olduğunuz kabileyi, kurulan mecliste temsil ediyordunuz. İlk kurulduklarında birkaç amacı olan bu topluluğun görevleri arasında, yargılama işlemlerinin yürütülmesi, kabileler ile ilgili genel ihtiyaçlar ve değişikliklerin diğer kabilelere bilgi amaçlı aktarımı. Örneğin bir kabileden önemli birinin başka birini evlat edinmesi ve halefi olarak ilan etmesi, bu önemli bilgilerden bir tanesi. Bu meclis binaları genel olarak ana tapınakların yanına kuruluyordu. Kapıları karşılıklı oluyordu ve bi’nevi mahkeme görevi de görüyordu. O yüzden önemli duyurular bu binaların kapı önlerinde gerçekleştiriliyordu. Peki bu meclislerin adı neydi? Bize İslam tarihinde senelerde Daru'n Nedve olarak anlatılan bu meclislerin adı, Antik Roma’da ve Bizans’ta CURİA idi. (Curia Romana)

Bundan bağımsız olarak her kabilenin kendisine ait bir türbe ve yine merkezi yönetimden ayrı olarak, ancak denetlenen kendi curiaları vardı. Antik Roma’nın dini ritüellerinde hala çözülememiş gizemler vardır. Her curia, dini bir işlevi muhafaza eden ve Kral’ın korumaları tarafından denetlenen kendi türbelerine sahipti. Kral’ın korumalarına CELERES deniliyor ve bu ilk defa Roma’nın kurucusu Romulus’un uyguladığı bir sistemdi. Her bir curianın seçtiği toplam 300 kişilik minik ordudan oluşuyordu Celeres. Bu askerler Kral’a en sadık olan, en hızlı ve en güçlü kişiler arasından seçiliyordu. Bu bilgiden sonra kertenkele yani CELER öldürmenin neden sevap sayıldığını anladığınızı umuyorum. Tarihi, cübbeli şarlatanlardan İslam Tarihi(!) adı altında dinlerseniz, olan zavallı minik canlılara olur. Unutmayın ki hiçbir şey kendinin delili olamaz. Bu rivayet, araplar arasında yıllardır neden aktarıldı? Celeres, Antik Roma’da Kral’ın muhafızlarına verilen isimdi. En etkili, en cesur, en güçlü 300 askerden oluşan, herhangi bir sorunda ayaklanmada, en hızlı müdahale yetkisine sahip, yani bürokrasiden muaf olan minik ordunun adıydı ve bu askerler curialar tarafından seçiliyordu. Başlarındaki komutana da Celer deniliyordu. Eski araplara göre önemli bir gelenek, Celer öldürmek.

Her curianın kendisine ait türbelere adanmış kişiler vardı. Antik Roma’da bunlara HOMO SACER deniliyordu. Bu homo sacerların en önemli özelliği, vatandaşlıktan çıkarılmış olmalarıydı, yani asabiyet sisteminden. Bunun anlamı da şu: Herkes tarafından öldürülebilir ancak herhangi bir dini ritüelde kurban edilemez. Çünkü zaten Tanrı’ya adanıyorlar. Hem kutsal kişiliklerdi hem de lanetli. Burada herhangi biri tarafından öldürülebilir demek, önceden bağlı olduğu kabile, onun ölümü karşılığında tazminat cezası hak talep edemez demek. Bir kişi sadece devlet adına bir din adamı tarafından gerçekleştirilen yasal ayinlerle homo sacer yani kutsanmış olabilirdi, yine bir din adamı tarafından, yine yasal bir ayinle homo sacerlıktan yani kutsanmışlıktan profanum’a normal bir insan statüsüne geri dönebilirdi. Burada profanum, kutsal olmayan normal insan anlamında kullanılıyor. Örneğin: El-Lat’a, El-Manat’a veya El-Uzza’ya bir türbe aracılığı ile birini adadığınızda, o artık kutsanmış kişi olacağından, onu dini bir ritüel ile kurban edemezsiniz ve artık asabiyetten çıkarılmış olur. Muhammed Bin Abdullat’ın, tapınak önünde Abdülmuttalib tarafından kurban edilmek istenmesi masalını bilirsiniz mesela. Masala göre: O dönemki kabile reisleri günlerce Abdülmuttalib’i ikna etmeye çalışmış, bu durumun gelenek haline gelmesinden korktukları için onu vazgeçirmeye çalışmışlar ve 100 deve karşılığında vazgeçirmişler. Bu ayrıntıya dikkat edilmeli: Homo sacer, işlediği bir suçtan ötürü toplumdan dışlanıyordu. Toplumdan dışlanırdı ancak ona bir kutsiyet yüklenerek toplum içerisinde kalması sağlanıyordu.

Roma, daha sonra bu yönetim modelini, İmparatorluğa bağlı her bölgeye fetihler yolu ile ihraç etti ve bölgenin ileri gelenlerinden aynı biçimde uygulamalarını istedi. Bu bölgelere de Municipium dendi. Latince olan bu kelimenin arapçadaki karşılığı; mensup/mensubiyet. İmparatorluğa bağlı her bölgeye mensubiyet dendi ve o bölgeler de kendi içlerinde yine kabile başkanlarının oluşturduğu curialar ile yönetime devam ettiler. Yani bize anlatılan tapınak bölgeleri Roma’ya bağlı, Roma’ya mensup bölgelerdi. Yani Roma municipiumları. Bir de üstünler konseyi vardı, kraliyet konseyi ve bunlar direkt olarak Kral’a bağlıydı. Yönetimde mutlak güç sahipleriydi ve üstelik tüm curiaların baş yöneticisi sadece bu kabile kollarından seçiliyordu. Bu sistemi günümüzdeki İngiltere’de var olan Avam Kamarası ve Lordlar Kamarası gibi düşünebilirsiniz. Meclisteki kümeleri soylular kanadı ve halkın seçtiği kanat olarak ikiye ayırabiliriz. Bu kanat, yani üstünler konseyi seçilmez atanırdı ve sadece asillerden oluşuyordu. Antik Roma’da bu soylular kanadının adı Curia Regis’ti. Buradaki regis, bildiğiniz reis anlamında. Bu kurum orta çağdan itibaren günümüze kadar eski fonksiyonunu kaybetmiş olsa da, İmparatorluğa bağlı yerleşimler eskiden beri bu sistemle yönetiliyordu. Özellikle yönetimin Curia Regis’ten başka bir kabileye geçmesi, kabileler için ölüm kalım meselesiydi. Arapların Kureyş dışında, yani Curia Regis dışında başka bir kabileye biat etmeyeceği ve aksi bir durumun tüp araplar için felaket olabileceğiydi. Kureyş’in ne olduğunu bir daha düşünün! Her imparatorun kendi curiası vardı, örneğin Jül Sezar’ın konseyi Curia Julia’ydı. Şimdi bu curia geleneği göstermelikte olsa Vatikan’da devam ediyor. Vatikan’da her sene kardinallerin bir araya geldiği curia törenleri yapılıyor.

Şimdi municipialardan biri olan eski tapınak bölgesindeki Darun Nedve diye bahsedilen meclisi ve o mecliste gerçekleştirilen gömlek giyme törenlerini, kabileleri temsil eden reislerin geleneklerini kayıt altına alma zorunluluğunu ki buna sünnet deniyor, her kabile reisinin koltuğu, ki bunun adı da makam, tüm bunları gözünüzün önünde canlandırın. Tüm bu kabilelerin metinlerini mecliste okuyan kişinin bir takım özellikleri olmalıydı. Okuma konusunda uzman kişilerden oluşmalıydı. Tüm kabilelerin lehçelerini uzmanlık derecesinde bilmeliydi. Bilmeliydi ki, bir kabileye ait metin okunduğunda herhangi bir karışıklık çıkmasın. Bu metinleri okuyanlara, İslam anlatısında kurra deniliyor. Kurraların hafızasının çok güçlü olması gerekiyor, kabilelere ait mushafları, yazım ve imlalarını çok iyi bilmesi ve mushaflar arasındaki farklılıklara vakıf olması gerekiyor. Tüm kabilelerin kullandığı şiveyi, bu kabilelerdeki insanların aksanını iyi derecede bilmesi gerekiyor ve üst makamlardan bu konuda icazet almış olması gerekiyor. Araştırmalarınızda: Curia, Curia-Regis, Kureyş, Kurra, Kur’an ve Kur’an-ı Kerim terimlerini gördüğünüzde, her şeye daha farklı bir gözle bakacağınızı umuyorum. Kur’an ve Kur’an-ı Kerim arasındaki farkı bile bilseniz sizin için yeterli olacaktır. Şu anki mushaf, tüm bu kabilelerin kendilerine ait nüshalarla oluşturuldu. Tüm bu kabilelere ait metinlere neden Kur’an ve hepsinin toplamına, iki kapak arasına alınmış olan kitaba neden Kur’an-ı Kerim dendiğini başka konuda anlatacağım. Peki cahiliye denilen dönemde böyle metinler yok muydu? Yani kabileler bu curialarda kendi geleneklerini, geçmişlerini kayıt altına almamışlar mıydı? Bu konuda İbn-i İshak ve İbn Sa'd bize şöyle bir bilgi veriyor: Cahiliye araplarının kullandığı besmele dışındaki bütün metin, ağaç kurtları ya da tahta kuruları tarafından yenmişti. Bunu gören kişinin adı ise Mutim bin Adi’ydi.

Tüm bu arap kabilelerin inandıkları Tanrı ile aralarında kendilerine ait putları olduğunu, daha doğrusu bazı putlara diğer kabilelerden daha fazla önem verdiklerini ama her iş için, her fonksiyon için birbirlerinin putlarına saygı gösterirlerdi. Örneğin El-Uzza diye anlatılan put, araplar arasında en son ortaya çıkmasına rağmen, Kureyş için, yani Curia Regis için en önemli put haline gelmişti ki; putun adı kabilelerin aksanlarına göre değişiyordu. El-Uzza diyen de vardı, Elusa ya da Haluza diyen de. Diğer önemli putlardan biri de El-Lat putuydu, diğeri de El-Manat. İşte bu üç büyük put, arap kabilelerin en hürmet ettikleri puttu ve örneğin Numan bin Münzi gibi krallar göreve geldiklerinde bile, bu putlara yemin edip öyle oturuyorlardı tahta. Türkiye Diyanet Vakfı ansiklopedisinde yazan bir bilgiye göre Jerome şunu yazmış: Araplar, Elusa’daki Venüs türbesinde Lucifer adına tapıyorlardı. Aynı metinde şunu da diyor: Herodot’un Alitta ismiyle bahsettiği tanrıçada El-Uzza’dır. Arapları bir araya getiren ve onlar için en önemli üç büyük put: Elusa, Lat, Manat / الٓمٓۚ / (Elif-Lâm-Mîm) (Ayrıca bakınız)
 

Yeni konular

Geri
Yukarı